İşlenebilecek En Güzel Günaha

Duygularında kaybolmuş bir adamın ebedi adresi kadınlardır. Kelimelerimin buluşma noktası güzel kadınlara. Ölüm sözü ayırana dek. Sanırım gerçeğini şaşırmış ender insanlardan birisiyim. Kolay değil narin bir ihtimali sevmek. Gözler yaşamak demek.

Fotoğrafım
Ad:
Konum: İzmir, Türkiye

I like dabbling in English. Words welcome people in me.

Perşembe, Mart 30, 2006

The Daily Sunday Still Afloat

You are killing your imagination, is it fair? Shouldn’t there be a way out to the fields of creativity? A documentary about architecture that I have seen on BBC guided me along the touch of the human on the space. The spirit becomes visible in the transformed lucidity welcoming nature in its inspiring perfection. As the light dances on the surfaces greeting objects, I questioned my world of numbers once again. Although it is another aspect of my unreality, I probed into the hilarious unreal with the meaningful in its musicality. There is no tune in my every day endeavours. Hollow sounds of repetition drown the excitement in me. Even a program in Spanish lured me into the realm of the different sounds melted into diversity. How long will I ignore the call in me? How long will I suffer in the web of numerical chic jacket? My independence is contingent on my will but I still endure the self-imposed capitulations. There is hope in David Bowie’s Changesbowie caress. There is still a room for taking refuge in the longed for denial of the captivity. My Sundays has become a series of confessions that I am helplessly got caught in. The song China Girl is a great expanse for a worthy travel into dreams as she says “Shhhhhhh”. I am stylishly a coward, being deaf to the vibrant in me. As the lines invitingly bend in my haunting visuals, I am ironically destined to walk the usual. My time grows into a wastebasket in the surrendered. My coasts are rioting as they enchant me to come out. Am I aware which way to go? Is the curving out a worthy blurred destination? The evolving incredible innate form is the harbinger of the should-be –formed. Is the unlimited a pant of exhaustion? In the desired to be melt into there is the ravishing puzzle to be occupied with. In this flow of touches, the revelation is a thrill. The entrancing hurry of shapes and sounds swarm along the city. The rational mathematics of physicality and the mind had been intertwined on a Sunday cruise. The soul is reckless to the aftermath. There will be times when numbers would serve me. They call me goal-oriented, despite the convulsive embrace of overwhelming oceans in me. A verbal street engulfed in Izmir is ornamented with the playful lights. Today David Bowie is my guest in my corridors. Why do I immure myself in my being condemned to an office while the daylight is a gift of chase? A bird always misses the brimming sky, in the golden cage games of the alienation. In time we still need servants. It is the progress we brag about. Music is the cure for the Beyond City of Eyelids. Another exasperation soothed by the beautiful. Another reaching out in recurrent words! Another Sunday! Another dance of the imagined! Life is a sunshine I am happy to indulge in. A room of my own, only frequented by me has become a musical hangout of my contemplation. As I share my Sunday ripples, there is the promise of a distant touch on the horizon, a canvas of dreams. A day will come when I would belly my sails toward the almost unlimited. A note of lunacy is heard in the simplicity of the plunge into life. Just a wonderful splash of colours, that is to be frozen in the soul, to be softened in the hospitable warmth. The streets are liquefied as images race one another. This heavenly hell of interference is passionately unbelievable. The admired is the inspiration for the tool of gratitude. She says…in my veins.

20/11/2005

The Daily Sunday…still afloat

Friends can unsubscribe any time.


Kendimle Konuştum Biraz...Delicesine

Bir kadeh içine can atarcasına sığmayan şarap rengiyle, ışığın tadına vardığı camı yaşatıyor. Sehpa onu, kendini beğenmişliğinde yüceltircesine yalnız. Sarhoşluk dudaklarla buluşmayanda sakin ve aldırmaz. Zihin gün ışığını davet ediyor pencereden. Biraz da dağınık bir çarşafın kıvrımlarını izlercesine yer takipte. Sanki sahnede çıplaklığını alıp da giden bir kızın günaydın dercesine kalkışı eksik. Odam bir kadının varlığını kutlayamayacak kadar kalabalık. Sadece düşünceler değil fazla olan. Halbuki bir yalınlık yere basışlarının sıcaklığını anlatabilse. Resim karışmasa ve onda başlasa. Tüm nesneler biz buradayız çığlığında katılsa. Sade bir o, saçlarında serilende, basit güzeldir dese. Göz göze gelişte birlikte toplasak mekanı. Beyazı kuşanmış duvarlara sadece bir tebessüm kalsa. İçim hemen maviye koşsa. Evim beni ağaçlarla karşılasa. Ne yazık ki, hiçbir şey birkaç kelimeyi bir araya getirir gibi değil. Bir yudum şaraba yaslanmış koku gibi değil yalnızlık. Her şeyi silercesine gözlerini kapamak ve bir tebessümü boyamak, içine akanı kovalayarak. Odanla seni buluşturan müzikler. Odanla seni ayıran düşler. Bu inanılmaz dönüş, dönüşüş benim, bu sendeleyiş! Bu yanılsama sen katılmasan da, içine çıkılan. Elimi anlayan yüz benim, göremediğim, hislere bıraktığım. Senin de hatırlatmadığın, hatırlamadığın. Gitarın sesi kadar zengin bir davet. Yılları büyük bir sabırla yüzüne işleyen anlar. Gönlüne taşıdığın şehrin, ışıklarını her akşam yakışında biten günlere inat bitmeyen hikayeler. Burukluk deseni pijamalarla başka bir güne başlayan yolculuğun aşk şarkıları hiç bitmedi. Hala toprağı ve çiçekleri çekmedim üstüme. Kendimi kandırışlar için giyinsem de her sabah, benim olan gecelere dönüyorum. Seninkiler de kıymetli olmalı, paylaşmadığına göre. Denizi olan bir dünya zamana yayılmış, içinde bir ben onu çağıran. Sahilde ayaklarının üşüyüşü sana hayatı anımsattığında, bir elin kavrayışını arıyorsa ruhun, gece ve martıları gibisin.Şehir seni unutmuş uyuyor. Yalnızlığın sana bir kez daha iyi geceler diyor.


Jean Jacques Goldman’ın Doux adlı parçasında kendimle konuştum biraz...delicesine.

29/11/2005

Andrew Lloyd Weber'in Sesinden Bir şarkı Kitabı

Herkes işinden çıkıp, bir hikayeye dönüyor. Elindeki siyah poşette halden almış olduğu balıkları evine taşıyan da, hayal kırıklıklarını kalbi ile zihninde tartışan da bir maceraya adım adım yol alıyorlar. Bin bir edalının şehrindeyiz her zamanki gibi. Paylaşılmış köşelerde paylaşılamayan bir gece, sıcak bir melodiyle anlatılamayanı sarıyor. Şarkı herhangi bir düş de olur diyor. Yakın olan gece yarısına sırdaş bir akşam üstüyle baş başa, kelimelerimle oynuyorum yine. Bir duraksayışa saklanmış duygularla geçilmiş öğleden sonrasının ardında, gönül sandığımdan bir bir çıkarıyorum bana yakın geçmişi. Aynı olamaz diyor ruhum, isyan edercesine, Andrew Lloyd Weber’in bir tebessümü yüzümle buluşturuşunda. Adımlarında neleri götürdü acaba? Hep bir anı, o anda çözemeyenlerin dile getiremediklerinden mi beslenecek yazılar? Bir kız yüzü kadar zengin. Bir gülümseme kadar yalın. Anlatacak hiçbir şeyi yok muydu? Onu bu sessizlikten çekip almanı istemiş miydi? Tutku bilemediklerinde mi? Bilmek istemiş miydi? Gecesine neleri dolduruyor, bu güzel şehri nasıl ağırlıyor? Yemek masasına oturduğunda, bir tabağın yanına çatal kaşığını sıralama törenlerinin sesi bir seviliş şarkısı mı? Başını hafifçe kaldırdığında, bakışlarını yakalayan gözlerle geceye açılıyor olmanın huzuruyla mı dolu? Yoksa üstüne çektiği yorganı yalnızlık mı? Kısa kesmeyi de bilmeli insan. Yıkamış olduğum gömleklerimi asma zamanı. Balkona çıkıp da, şehri araladığımda birkaç mandalla tutturacağım gerçekleri. Hikayeler yıldızların altında olmalı.

3/12/2005

Andrew Lloyd Weber’in Sesinden Bir Şarkı Kitabı



Oyuncu Bir Merdiven Hayat

Merdiveni çıkan, gözlerine yakalanan bir anda oyun arkadaşın oluveriyor. Biz büyüklere has bitmek tükenmek bilmeyen kendini inandırmalar. Bir bakıveriyoruz, yılları bırakmışız ardımızda. Zaman ne yücelttiklerimize aldırmış, ne de göz ardı ettiklerimize. Hep baka durmuşuz yüzlerce yüze. Bir cüsseli ad, bir gezgin bakış, bir makyajlı ayna telaşı, bir içten gülümseme cömertliği ve listeye eklenmek istercesine kişiler manzumesine doluveren binler. Bir anlık duruşta akıverende insanı düşündüren bir merdiven.
Basamakları aşanda patronunu mu görüyorsun? Kapıyı dönüveren iş arkadaşlarınla, geçip giden günlerde nasıl bir tekrar ortağısın? Bu sahnede sen yerden nasıl bir maske alıp da çıktın platforma? Sen yüreğini hiç kandıramadın ki. Biliyorsun hep sana hatırlatacak ruhun acımasızca. Bir günaydında bırakacak insanlar yüzlerini. Masa başı yabancılar, çay bardağı yalnızlarını ağırlarken, adımlarını kovalayanın alelacele kendini taşıdığı katlara yayılan bu oyunda, sıfatların kapışılma telaşına tanıklık ediyorsun. Biri kurt sıfatını deniyor üstüne, satıcı kimliğime pek de yakıştı dercesine keyifli. Sense içine serpilende yeşertmek istediklerinin üstüne basarak odana dönüyorsun. Duygularını rakamlarda yoruyorsun.
Mesafeye saçılmış gözler, seçilmiş kelimeler, bilinçli ceketinin hakkını verişlerle daralan kendine yakın. Excel, Word yazılımlarıyla oynayan yetişkinler arasında geçen hayat. Ne deniz mavisi, ne güneş sarısı, ne de işyerlerinden kendini sahile atmış bir rüzgar. Bir kabul cehennemi bu iş dünyası. Sadece sevebileceklerini değil, kendini de kaybediyorsun. Bir isyan sende başlayan. Yüzlerinden ve senden uzak insanlara yakın, bir merdivenin basamaklarındaki adam oluveriyorsun. Bir günaydınla başlıyor yabancılaşma. Bir orta şekerli gülümseme getiriyor abla, sabah kahveniz diyerekten. İnsan olduğunu hatırlıyorsun. Merdiveni dönen canı yanmışlıklarımız, terk edilişlerimiz, göz yaşlarımız, hasta olan çocuğumuz, bir sevgilinin bizi anlamamış olması yada yalnızlık değil mi? Ayakkabılarının içinde sırtı dönük insanlar. Bir merdiven koridorunun hiç anlatamadıkları. Günaydın Ferit Bey ile başlayan bir başka gün. Kendini bulduğun bir ad. Yalanlarını dosyalamıştın ya, düzenliydin hatırlamadın mı? Aşk ile düzensiz çarpar kalp. Tekrarlarda atışlar yavaşlar. Merdiven saçlara işlenen günleri karşılar. Kendini unutan insanlara eşlik eder Excel hücrelerine çıkan kapılara kadar. Hala onu...hayatı, benim merdivenimde.

14/12/2005

Oyuncu Bir Merdiven Hayat

İyi Geceler Masası

Hayranlık nedir bilir misiniz? Bu şehri yağmur sesinde dinlediniz mi? Telaşlı insanların hikayelerini merak ettiniz mi kaçışıverişlerinde? Her masanın sevinci insanlar bir Kordon kafesinde bir araya gelmişlerken, geceleriniz sizi dinlemek isterdim demek istediğiniz bir kızın etrafında şekillendi mi hiç? Gülümsemesinden omuzlarına inen saçlarını izleyip de, içinizde hiç eksik olmayan sorulardan bir tanesini bile paylaşamamanın sıkıntısını yaşadınız mı? Hızlıca uçuverseydik bu duvar denizinde, labirentin içinde dolaşan insanların serüvenlerinde. Kalkıp gidiveren de alıp gidecek içindeki sayfaları. Halbuki birkaç not almak istemiştin yüreğine. Bir bardak biranın kokusunda, her zamanki gibi ardındaki şehre karışacak, ışıl ışıl, ıslak caddelerse senin gözlerine bak gidiyor diyecek yine. Kapısını aralayıp da karıştığı bir taksi, yansıyanda onu geceye taşıyacak yitip giden kırmızısında. Sende, boynuna sarılan elbise çizgisinin keskin izleri kalacak. Bir yudum hayata eşlik etsin isterdin. Yaşamın içindeki taksilerinden biri canlı sarısında elbet seni bir kez daha götürür yalnızlığına ama yine de haydi der bir papatyadan sakladığında. Hala bir cevabınız yok mu? Sizin de mi sorularınız çok, benim gibi? Üşüme hissine sokulan Karşıyaka kendine gelen vapurun pırıltılı süzülüşünde benimle. Aldırma ne fark eder? Bir gözlerimi kapayış yeter. Bu nefes alışa değer. Bu şehre,bu sevgiye, bu kaçışmalara, yağmur tanelerinin denize dokunuşlarına hayranlığa.


15/12/2005

İyi Geceler Masası

Ege Aşk Gibi İki Dili Konuşur

Suskunsun. Gecesin. İçimsin. Zihin, kollar, ruh farklı yerlerde. Damarlarım şehirle dolu. İçime çektiğim bu hava Egeli. Deniz karşı kıyının dilinde de beni seviyor. Beni sarsıyor. Onlarca masa, bir ten, biraz düş. Biz yıllarca karışmışız. Hep sevilmiş insanların şarkılarını söylemişiz kol kola. Savaşmışız aşkla. Yıkılmış, savrulmuşuz. Açmışız her çiçeğin rengine hasret. Koynunda sarıyı anlamış pembe. İnsanca koklamışız anasonu. Hep anlatmışız karanlığa. Biz, biz olalı bu toprağın içinde kaybolmuşuz. Kan, gözyaşı, şarkı olmuşuz. Tarihi sarınıp da geleceğe çıkmışız. Martı olmuş, gemileri kovalamışız. Ay ışığına sığmamışız. Sendelesek de yolumuzu bulmuşuz hayatta. Hep gülümsemişiz yıllar yanaklarımızı kaplarken. Terk edilsek de, umudu kadehte bırakmamışız. Biz bu denize bakmış çocuklarız. Bu maviye doğmuş hayranlarız. Güneşin kardeşleri, zeytinin evlatlarıyız. Yüreğimiz Egeli. Biz, biz olalı bir vapuru izleriz salınırken. Işıklarında döneriz evimize her İzmirli gibi.
Biz, bizi üzen kızları da severiz. Başımız döndüğünde sokaklarına tutunuruz şehrin. İnsan selinde ıslanır, akar geçeriz yüzleri. Bir gitarın sesine tebessümle döneriz. Bir masada hemen dost oluveririz beyaz peynirle. Biz Egeliyiz. Severiz kızları. Biz yılmayan aşıklarız. Biz çizgilerini takip ederiz de resmin, onu bırakamayız kendi halinde. Tutkuyla çekiştirir, bükeriz gerçeküstüne. Ufkuna kaçar da, sıradanlığa dayanamaz bu isyan. Bu dans tüm Egelileri izler yüreklerinde.
Her nefes alış beni kendimde tutuyor. Yumruğumu iyice sıktığımda elim beni bana anlatıyor. Bodrum’un beyaz evleri parmak uçlarımda. Bu güçlü hisle ağırlıyorum içimle buluşan Ege kasabalarını. Yaz kış gönül sarhoşuyuz. Biz sadece hayatın peşinden koşarız. Durur yağmur tanelerini dinleriz. Adımlarımızda geride kalan saçları mitoloji kokan tanrıçalardır. Biz hep kendimizden geçtik. Biz hep meltemle okşandık. Biz bu kokuya gömdük başımızı. Egeli doğduk , Egeli öleceğiz günbatımını izler gibi. Biz balığımızın tadına teşekkür edeceğiz. Rokamızı eksik etmeyeceğiz tabağımızdan. Soframızda zeytinyağı, yine kadehimizde karışacağız bu denizin sesine. Canımızı yakan kızlar da olmasa Egeli olunmazdı.

Ege Aşk Gibi İki Dili Konuşur
16/12/2005

Ximeroni adlı Yunan müziği eşliğinde Cuma, Cumartesi’ye yakın.

Birkaç Düşüncenin Çekiştirişi

Sadece yanıma uzanışından dinlemek isterdim geceyi. O zaman bu sessizlik bana o kadar da ağır gelmezdi. Zamanla sıradanlaşandan kalkıp da gittiğinde canım yanardı elbet. Yine de bir kokun kalsın isterdim. Aldırmadığım onca adım içinde, neden senin çıplak ayaklarının yere basışında bakışlarımın esir kaldığını anlamak istemezdim hiç. Sadece izlerdim ayrılışını, omuzlarını. Gözlerim saçlarını severdi. Hiç gelmemiş olabilirdi diye teselli ederdim kendimi. Sende gelenden fazlası giderken, özgürlüğün neden bende başlıyor anlamaya çalışırdım.

16/12/2006

Birkaç düşüncenin çekiştirişi

Düşündüm De...

Bugün düşündüm. Ne zamandır sinemaya gitmediğimi. Karanlığın ilgisini çekmeyi başaran oyuncu ışığın içinde yer almadığımı düşündüm. Geç kalmış olanlara hoş geldiniz diyen fenerin ışığına teşekkür edercesine eğilişleri düşündüm. Düşündüm, bir tatlı heyecanın bana eşlik etmediğini, omzuma sokulmadığını. Arada çıkıp da geçmişin o kasvetli, ahşap dokulu tezgahının arkasından içecek bir şeyler almadığımı da. Birlikte yaşlandığımız kola şişesini açıp da, içine kamış yerleştiren kanıksadığımız kıyafeti içindeki görevlinin telaşına uzun zamandır tanık olmadığımı da. Seni de. Bir derin nefes alış.
Sıralanmış enseleri düşündüm. Sessizliği. Biraz sahne bana komik geldi. İçinden çıkınca hiç de o kadar romantik değil. Gerçi yeni salonlar da bizi eskiden kurtarıyor. Biraz yabancı hissetsek de, ışıl ışıl modernliğe dönüştürülmüş de, yeni neslin geleceğinin hatıra zemini. Dekor değişse de, her halde değişmeyen bir el tutuş töreninde sevgi ile kutsanmak. Artık günahkarım.
Ne zamandır dağların eteklerinde kutlanan, yeşili olabildiğince en güzel anlatan maki dokusunu ziyaret etmediğimi de düşündüm. Çıkıverdiğim patikalara eğilmiş çam ağaçlarını özlediğimi fark ettim. Sanki biraz dışında kaldım hayatın. Vadinin arasından İzmir’e bakmayalı da epey oldu. Işığı izlemeyeli, yere dökülmüş kırmızının sarıya sevdalı çürümesini bile sevdiren o kokuyu içime çekmeyeli ne kadar da uzun zaman oldu. Şimdi yağmur okşuyor olmalı Balçova sırtlarını. Penceremi içim yapıp da, dışarı bakar oldum. Hep zihnimleyim. Orman onu düşünmekten güzel iken, şehirlinin kendince nedenleri var. Manavın tezgahındaki renklere dönüşen meyve ve sebzeler, beni ilkokuldayken kuru kalemlerimle çizmekten büyük zevk aldığım resimlerle oyalanmanın huzuruna götürüyor. Bu sokağın nereye çıkacağını biliyorum da, şimdi benim diye bilinen bir yer varken , nedense hala bir ruh eksik sanki , mekan evim demeyi hak edemiyor. Odaları da bağımsız hep dilediği gibi, doluşuvermiş mobilyaların da suçu yok ama sanki bana ait değiller. İçimle kucaklaşmayanda barınıyorum da, yuvam diye sarılamıyorum. Nankörlük de etmemeliyim diye kendimi avutmak istesem de, her akşam anahtarımla açtığım bu dört duvarlı geçmişe sinmiş bir duygu var. Üç oda bir özel yalnızlık para etmiyor.
Gazetelerim, televizyonlarım ülkeme has karmaşa ile dolu. Ruhum da ondan geri kalmaz iken ben neredeyim diye soruyorum kendime. Cumhuriyet sayfalarında, Orhan Pamuk’a atılan yumurtalar uçuşurken, sosyal politiğin içinden çıkıp, klasik müziğin sevilen ezgilerine takılmış, bireye, kendime dönüyorum. Bu yorgunluk beni yıldırmamalı. Bir açan, bir saklanan güneş, kararsız bir kız gibi. Gökyüzüne bir gökkuşağı bırakmış olmalı. Bu gözyaşı sonrası renklilikte bile hayat hep göz kırpıcı. Bu çağırış dağlara, denize inen sokaklara. Merdivenlerim kapımda başlıyor. Bir elin şehrin başını döndürüşüne özlem var. Herkes bu çalkantının bir yerinden tutuyor. Tükenmeyen, güzel çekiştirmelerde salınan düş, bu görselliği canlandırabilenin. Piyanonun sesinde insan gözlerini kapamaktan başka bir şey yapamıyor. Bu akış, bu huzur , bu iç ırmak berraklaşıyor. Hem dışımdan, hem içimden arınıyorum. Piyanistin parmaklarında sevişenin sözleri yok. Bir isme de saklanmamış. Kendi olup gelmiş. Hikayeyi aptallığımı , bana bırakıyor. Yine de arada uğruyor. Bunun tarifi terk etmek olmamalı.
Bir yağmur tanesi, bir demire çarpıyor olmalı. Sesi odama ulaşıyor. Bu damlanın solosu arkasındaki senfoniden sıyrılmış benimle buluşuyor. Bu farkında oluşa, yere tutunmuş sarı bir kır çiçeğinin yağmur banyosu sonrası parlaklığı heyecan verici bir şekilde düşüyor. İçim onu bulmak için çık diyor. Ben çiçeklerin uğrak yerlerini hep bildim. Onları kaya altlarında İzmir’i dinlerken sevdim. Mor laleler zeytin ağaçlarının altında beni hiç bekletmediler. Suyun akışından çalınmamış bu yeşil örgü, biz insanların acımasızlığına karşı hala canlıyken,onca ihanete rağmen hala davetkarken duraksamalarımla bir başka Pazar günü daha baş başayım. Bu tembellik yada acizlik değil. Tıpkı beni saran odalarda olduğu gibi eksik olan bir şeyler var.
Kardeşim dünkü telefon konuşmamızda, prensini bulana kadar prenses birçok kurbağayı öpmüştü dedi. Keşke sorun dudaklarda olsaydı. Ruh içe sığmaz bir derin. Bazen bir kızı korkutacak kadar. Göz ulaşabildiği sonda ne varsa topluyor. Bir dokunuş tenden süzülüp , içe sızıyor. Bu kıymet vücut çeperinde özümsenip, derine damla oluyor. Yankı, bakış, aksediş ve serzeniş. Sen tarihten gelen, sen geleceğe aday. Sen anla, anlaşılamayan. Sen bir heyecan, bir kekeleme, bir hıçkıra hıçkıralık doldurup getirdiğin. Sen bir başkasın benden çalınamayan Pazar.

18/12/2005

Düşündüm De...

Schindler'in Listesi Teması

Bazı sözleri zaman anlaşılmaz kılar. Bir karşılaşmanın sessizliği, söylenememiş olanı geçmişten güne saklamıştır. Dudakları tutan gururun gücünde ezilen ifadeler boğazda düğümlenir. İçe sığmayan, bedende gizlidir. Ağırlaşan hava, yerini anlamsızca söyleniverene bırakır. Bir alışılagelmiş nasılsınla geçiştirilir, cevabına aldırmayış. Gözler sır verir ama kazanılan an öyle huzursuzdur ki. Yakalanmışlar çaresizce kaçışı ararlar. Birbirlerini kısa cümlelerle geçerler, yabancı bir dili öğrenir gibi. Mekan da bilinç dışıdır. Tutku son derece ketumdur. Büyüsünü kaybetmiş bir ilişkinin sükunet günlüğünde sadece anımsamaları vardır. Bir zamanları aşanların öyküsünde geçmiş hep anlata dursa da, davet hep gelecekten gelir. Zaman saçlarına yazdıkça anlarsın kelimelerini terk etmiş olanı. Bilmiyoruz ki gökyüzü en son kaçıncı yaş günümüzü kutlayacak. Yıllanıyoruz işte. Yaşamın tadını dudaklar anlıyor. Anlatamayansa yürek. Suçlusu yok bu yargılamanın. Sanıklarını unutmuş bir dava. Sesini müziğe bırakmış bir takdir. Çözülen sadece zaman, açıveren çiçek gibi. Renk ve tercih senin.


Williams’ın Schindler’s List temasının eşliğinde, 18/12/2005 tarihini uğurlamakta olan İzmir’den...

Yıllar Sergisi

Tercih senindi, aptallıksa benim. Bu paylaşımın adına aşk derdim bir zamanlar. Bir üşüme hissini rüzgar göğsüme bıçak gibi sapladığında, ellerim paltomun ceplerinde, atkım boynumda yürürdüm. Bu düşünceli ve yaralı yol alışa da yalnızlık derdim. Balıkçı kayıkları doldurmuşken soğuğu, denizde anlardım sonsuzluğu. Uzaklar aldatırdı beni, senin gibi. Birinin sana düşüncelerinde yer açması çok kıymetlidir de, yüreğin için için daralıyorsa ne çare. Gözlerini kaçırıyorsan, ufuk ne yapsın. Yakın seni kaybetti. Sen özgürce kaçan çizgi oldun. Hiç resim olmak istemedin. Hep düşlerini tuval yapan ressamı kandırdın. Onu yordun heyecan duyduğu renklerde ama o bu yorgunluk paletinde aşkın hamuruna karıştı. Çizgileri olmayan bir hayatla tanıştı. Biraz kırmızı çaldı hayranlık verici bir bluzdan, biraz açık maviye daldı gökyüzünden. Güneşi severcesine sarıya sarıldı. Portakala sığamıyordu turuncu. Doğruları, eğrileri tamamıyla sana bıraktı, kendi bildiğin yolu çizesin diye. Ben senin boyama kitabının parçası olamazdım ki. Şimdi hangi çizgili adamı boyuyorsun? Eminim ki hiç dışa taşırmıyorsun duygularını.

Yıllar Sergisi

21/12/2005

Biz Kokan Hepimiz Deniz

Bu geceyi hafif bir mum ışığında karşılamak istedim. Biraz düşlere yer kalsın diledi gönlüm. Işık nesneleri belli belirsiz okşasın da, boğmasın diye geçirdim içimden. Masamda durmakta olan boş yeşil soda şişesi, üstüne düşen ilginin sınırlılığında sanki bir başka gizemli. Çizgiler kesmiyor bilinci. Algı yorulmuyor hayal aralıklarında dinlenişinde. Klasik müzik ezgileri eşliğinde, bu büyülü kendinle oluşta, bir kadeh şarabın eksikliğinde, mutfak çekmecelerinde bulunamayan tirbuşonun yokluğunda aranılan tat, yanı başından geçilen bin bir kadın gibi. Yalnızlık gönülde durduğu gibi değil.
Mum ışığının erişemediği raflardaki sadık kitaplarım gölge nöbetindeler. Gece içinde yazılar, yazılar içinde hep bir gece. Satırlara sızmış bir kız, ve bir mum ışığı cılız. Sırtındaki ceketi dolduruyorsun da dostum, odanda yerini almış göğsüne yaslanan sadece bir loşluk. Bu hoşluk, bu akıl almaz sarhoşluk, geceye kucak açan bu sarıveren boşluk, piyanonun tuşlarına basan çıplak ayaklar gibi. Gezinti sahilinde düş kıyıların çılgını. Müzik kaçarcasına kendinden emin ve güzel. İçe yakalananda, ruh tutsaklığının öylesine farkında değil ki. Dansın adı oluveren düşlerle gelen hayranlıkta iyi yıllar dileğinin kelimeleri seçilebildiğince takdir edilende buluşuyorlar. Çıkıp da gelenler, hiç gelmeyecek olanlar kadar seviliyorlar. Yıllar sıralana dururken, tebessüm yüzünde seni arıyor. İçinin resminin renklerini nasıl karıştırdığını anlamaya çalışırken, ressam oluvermişsin de bihabersin. Moru sadece laleye yakıştırmışsın da, kırmızı olmadan da yapamamışsın. Bir yıl daha nerede başladığını unuttuysa da, Ocak ona daima hatırlatıyor. Tekrarları sonsuza bölmüşüz neye yarar, bölüşemediğimiz bir gecede. Odamda da her şey mesafeli. Bu haddini bilişte dolaşan ışığın da bir ömrü var. Zihne düşende ışığın ulaşamadığı son karanlık gibisin. Bu tercihte varlığın, yokluğun anlamı. Yıllanan geçmiş anılardan örülü, yıllanan geleceğe atılan adımlar geçmişe açılan kapı dominoları. Bu devranda, bu devriliverişte zaman seni ölçü alıyor yanılgısında akışkan bir yaşam. Zaman iyi ki onca zengin yürekten geçmiş bu bestelerin anlatmaya çalıştıklarında. Bu unutturuşun içinde çok yer var sığınılacak. Yitip giden her görüntüde tutunmaya çalışan sadece ben miyim? Elimden tutuşunun denizleri, şehirleri ve bir gökyüzü neden olmasın? Bu kayboluş en anlamlı keşif. Bu kopuşu göz almıyor. Martının kanatları daha bir hırslı günbatımının kızıllığına uzanan dalgaları gördüğünden beri. Daha bir soluk soluğa. Daha bir inatçı. Her geceyi aşmak istercesine daha bir umutlu. Yalnızlığı tüm insanları içine alacak kadar geniş. Gecesi mülkiyeti olmayan bir aidiyet. Geliş içinde gidiş, gidiş içinde bir ihtimal geliş. Sanma bu bir bekleyiş. Bu dönüşün gerisi yok. Bu bir kabul.
Nice yıllara. Nice yıl ara! Bu kumsal denize hep yakınsa, onu kaçtığı ufukta bile seviyor olmalı. Bu odada deniz sadece dudakların anımsamalarında. Gözlerimi kapatışımda odam da kayboluyor. Martı daha bir hırslanıyor. Kanat çırpışları ona yaşadığını hatırlatıyor. Gökyüzü ile sevişmelerinde hep hatırlamak istiyor sanki. Piyanist tutkulu tuşlara basışında içime şiddetle vuruyor. Mum ışığında gerçeğin ardı içime yansıyor. Bu belli belirsizlikle arkadaşlığımın iki kişilik hikayeleri de olacaktır elbet. İyi geceler martı, ikimizde denizi seviyoruz. Bu gece hepimizin.

Biz Kokan Hepimiz Deniz

28/12/2005

Paganini rapsodisinde İzmir’i geçen bir martının dile getirdikleri, Ege’de bir başka seneye girmekte iken düşürdükleri.




Gözlerin Ardı Yeni Yıl

Soğuk olduğunu hissetti. Kendi çıplaklığını takip etti gözleri. Arada kayboldu düşüncelerinde. Yine kalabalıktı içi. Dizlerinde fark etti geçiveren zamanı. Kendi yüzüne bakamıyordu. Hep bir kız vardır değil mi? Öyküsünü ağırladı gülümsemesinde. Gelsin istedi satırlarına. Yıllar biraz da onun omuzlarından geçse. Artık ben yazmasam onun rolünü. Oyuna o da katılsa, beni şaşırtsa.

Sıcak olduğunu hissetti. Onun çıplaklığını takip etti gözleri. Arada kayboldu saçlarında, kokusunda. Artık kimse yoktu, sadece oydu içi. Gözlerinde fark etti geçivermesin istediği zamanı. Onunla yüzleşti. Haklı çıkmıştı değil mi? Öyküye sayfa açtı dokunuşlarda. Kalsın istedi. Gece omzunda uyuya kalmıştı ya, yılları umursamıyordu artık.

Soğuk olduğunu hissetti. Ayrılışını takip etti gözleri. Kayboldu onu alıp giden mekanda. Anılardı hep içi. Yokluğunda fark etti geçmişi. Onun yüzünden değildi. Sadece bir kız oyundan sıkılmıştı. Artık gitmek istiyordu, kelimeler ne yapsın. Öykü çağırıyor işte.

Onu hissetti. Gözlerini kapattı, artık giyinik de olabilirdi. Soğuk çıplaklık değil, tanışılmış sıcaklıktan arta kalandı.



Gözlerin Ardı Yeni Yıl
28/12/2005

Biz Gerçekten Yeni Yılı Mı Kutluyoruz?

Kapıyı açışın sana bir dünya getirmiş olmalı. Ayakkabılarından çıkıp da içine daldığın evim dediğin dönüşlerde, neler hissettin kendini alıştırdığın bu seni sürekli karşılayanda? Neler düşündün? İçinde neler çarptı sana? Hikayeni merak etmiştim doğru. Anlatmanı da çok istemiştim. Bense bu kadar acımasız olmalı mı insan diye geçirdim içimden. Hiç isyan etmedim. Sevdiklerin, zeytin ağaçları ve deniz de nasibini alıyorlar bu oyundan. Yırtıp atamıyorsun zamanı, silip yeniden yazamıyorsun geçmişi. Buruşturmak istediğin yazdıkların yine de değerli, seni saklamadıkları için. Daha güzeli ile buluşmak elbette ki hakkın. Sen kelimelerini nasıl seçerdin yine de bilmek isterdim. Sadece sessizliği seçişini bilmekle başlayan gizemde kalmak tercihinse, göz şenliğinde senin derleyip hayatına koyduğun demet de renkli ve sana özel olmalı. Tüm şehirler birlik olmuş yeni yılı kutluyorlar. Gece insanlarla dolu. Bugün kadınlar çizgileri hayran bırakıyor olmalılar. Bir zarif şarap şişesi mum ışığında yerini almış, dudaklardan kıskandığı kadehleri bekliyordur her zamanki gibi. Kırmızıyla neleri paylaştığını duymak isterdim. Sense gülümsemende özetliyorsun yaşamı. Ben hem anlamak istediklerimi çıkartıyorum ta derinden, hem de anlayamadıklarımla karışan anlayamayacaklarımı. İçine dokunup geçen, unutulmak kaderi olan tatta anlaşan sonsuzlukta zamanı yıllandırıyorsun. Bir yıl kadar yaklaşıp, bir geçmiş kadar uzaklaşıyorsun. Lale mevsimi yakın. Kır serin. Barlar hınca hınç dolu. Hayat akıl almaz. Orman rüzgarla girerken sonsuzluğa, yıllar insanların. Televizyon içinde kaybolmuşların dizilişinde masa için hiç de sürpriz olmayan bir gece. Karanlık ve ten ise tarih kadar eski. Modern törenleri aşan yalnızlıkla, kutlama önceyi özler gibi. Hiç eksik olmayan sözler gibi. Yüzyılları geride bıraksak da geçmişle geleceği buluşturduğumuz anda hep bir mağara adamı olduk. Gözlerimizi kapadığımızda sesi, düşünceleri, kokuyu, ateşin sıcaklığını, korkuyu ve insanlığımızı ağırladık. Ardımızda hep hayat vardı, berimizde de. Karanlık ve tendik. Bu yalnızlık bin yıllık. Aşk adını üşüdüğünde uzak sıcak alevlerle buluşmasından aldı.

31/12/2005

Biz Gerçekten Yeni Yılı Mı Kutluyoruz?

Metro

Onu sadece kravatlı, takım elbiseli bir adam olarak mı görüyorsun? Cesaret edebilir miydin, gömleğinin birkaç düğmesini açıp da tenine dokunmaya, onu anlamaya çalışmaya? Sıcaklığınla ona vardığında var olan, varılanda duraksayabilir miydin bir an için? O sessizliğe gömülen bakışlara kimse davetli değilken, telaşlı, sen neler anlayabilirdin bu yakalanmışlıktan? Bu görüntüyü taşımaktan yorgun olabilir mi? Üşüyen ellerinde yakınlaşmaktan çekindiği kızlarla ilgili birçok hikayesi var mıdır? Elini uzatıp da saçına dokunamadıklarına dair oluşturuverdiği onca soruya yanıt bulabilir misin? Saçmaladığı anların bile farkında bile değildir belki. Sadece sevmiş olabilir. Haydi dercesine geldiği bir günde taşıdığı geçmişi mazereti yapmıştır. En yakın dostlarına bile anlatmaya korkmuştur. Artık emin değildir. Onca inanamadığı şeylerde bulmuştur kendini. Kravatlı O değilse bile adı, bir öyküye kahraman olabilir niceleri gibi. Aldırır mıydın yine de? Dinler miydin? Sadece bir gelip geçen bile olsa, bu kaçıncı karşılaşma der miydin? Bir deniz ile İzmir, metro insanla canlı. Tarihle dokunmuş bir korku. Yaşandıkça yaşanamayan bir öykü.

Metro

31/12/2005

Geceleri Kapalıyız

Bugün de masamda, akşamımı kaplayan müziklerde gün içinde kaybettiğim beni aradım. İş için çektirmiş olduğum vesikalık fotoğrafıma sabah bakarken, yıllar sanki benden sadece seni çalmamıştı. Sadece içinde yaşadığım şehrin sokaklarını aşmamaktaydım. Adımlarımdan daha uzaktı hala hayaller. Aynaya bakar gibi de değildi. Yakalanmıştım. Derinlik, o anda açılıveriş, belki de hiç bulamayacak olmak. Dudaklara yerleşiveren bir çizgi. Bir hal nasıl anlatılıverir ki, kelimelerle olmadı işte.
Dokunaklı Fransızca parçalar, hafif mum ışığı, kendi başına oluş ve tercih edilen bir karanlıkta kendine yer açan düşünceler. Bu soluk hala ardı. Geçen yıllardan bize akseden fotoğrafları toplamak mı yaşlanıyor olmak? Serpiştirilmiş olan geçmişten tebessüm etmeye değer neler kalacak? İçine dolandan derliyorsun. Bilgelik palavra, bunu en iyi kendin biliyorsun. Gözler bu albümde zamana direniyorlar. Hiç de inandırmaya çalışmıyorum. Kendim de inanmıyorum. Neyi bildiğimden de emin değilim. Kırıklarım, kırıntılarım. Anlarım. Anlatırım da. İçimde bir tren yağmurun ardından yeşili aralıyor, heyecanla beni alıp gidiyor. Camda süzülen damlalarda üzülen miyim? İnan emin değilim. Sabırla yolunu bulanda bir yolcuyum. Gideceği yeri bilemeyen yüreğinde kalmışların durağı olmayan hasretinden hep inmekte olan kızlar vardır. Dostum sen affedilmemesi gereken bir hainsin. Kendine ihanet edenlerin odasında arar durursun göz ardı edilmiş yaşamı. Biz zihnine çekilenlere yalnız diyoruz. İçinin sınırsızlığı senin sınırların. Sana çarpan bu sese sen daha diren. Duyumsamak sana yakın olanda başlıyor. Seni onunla tanıştıran bu beden ruhunu tutamıyor. Bu ezgiye bir aldanabilsem. Biz suçlu doğmadık ki, neden bir odadan diğerine. Bu isyan benimle iken, ne kadar kandırabilirim denizi? Ne kadar kalabilirim bu tekrarda? Bana yapışmış bu oyun, bu replikler bana ait değiller. Benim ismimde neler unuttun bilmek ister miydin? Bu hatıra defterini kapatmak tercihin olur muydu? Ne zamandan beri gökyüzüne karşı sorumlu değiliz? Ben bu bedeli artık ödeyemiyorum. Yazları güneşsiz, kışları yağmursuz olamıyorum. Tüm insanlar gibi zihnimize dönüyoruz. Kaç gün oldu, gözlerime konuk olmuyor İzmir’ime yakıştırdığım denizim. Gözlerini kapayış huzur, inan hiç değilim cesur. Niceleri gibi şehrin içindeyim. Sokağa renk katan çiçekçi tezgahlarında laleler moru kırmızıyı giyinmişken bu şehirden güzel demetler yapıyorum. Bu inanılmazı seviyorum. Artık kendime inandırdıklarımda kalmasam. İnanmadan sevemez miyiz? Hayatı kovalayamaz mıyız? Kim yakalamış ki sonsuzu? Başlangıç ve sonun ardında buluşma noktası düşünceler. An alaycı geçip giderken aldırmıyor bile. Güzel bir tat kalıyor Fransızca şarkılardan geceye. Artık benimle geceyi paylaşan mum ışığına iyi geceler demek zamanı, bir nefese sığdırılmış hayatta.

Geceleri Kapalıyız
05/01/2006

Lalezar

İçinde kaybolunan düşünceler. Yüzünün ardındaki bir adam. Bir gözlerini kapayışın geçmiş örgüsü senin için tamamlanmak üzere olan. Bir bayram sabahı daha hayat limanı. Ne hikayeler uğradı bilemezsin. Bu ben miyim dediğim de oldu kelimelere sardığım görüntülerin dile yansıttıklarında. Aksimi aştım da çıktım yalnızlığımdan. Geçmiş geleceğe düşerken devir olanda tekrar uzaklara dokunuyordu. Ne kendiydi ne de ulaştığı. Yazılanın hafızasını yitirdiği bir seyir. Beliriverende karışıp anlamlanan karşılaşmaların açtığı satırlar. Bir hoş geldiniz deyiş sabaha yer açan Fahir Atakoğlu ezgileri. İyi bayramlar demenin daha değişik yolları da olmalı. Gönül denize karşı durmalı. Rüzgara atmalı göze geleni. Varış yorgunsa da, çıkışına borçlu olmalı macerayı. Şirince’ye koşan sırtları kırmızı laleler sardı mı acaba? Yamaçlardan zeytin ağaçları ovalara inmekte iken, bu çağ kazanı nice kaynadı içine düşen lezzetlerde. İnsan bedenine çarpan akış kodlarında anlamın hangi parçasını kucakladı hayretle. Dönüşünde şaşkın da olsa çaresiz değildi. Bu büyülenmişlik her yönden yakalamaktaydı. Bu dolanmışlık içe dolanda taşmaktaydı tekrar tekrar hayata.Lale kadar kırmızı idi sevinç. Bir anımsamaydı, bir takdir. Başlangıcını terk etmiş bir sondu. Ayaklarının altından kayıp geçen bir yola çıkıştı. Geçiverişlerde konaklamaydı. Bir duraktı başka bir bayram sabahı. Bu yankı hep gidip de dönüyordu uzaklara. Zaman zincirini koparmış ana çekilmiş aldırmazlık oyuncusu neden suskunsun? Tarih olup da yakalanmak mı kaygın? Haklısın, bırak güneş sevsin tenini. Bırak art alanın sana gelişlerini. Dayan sana tatlı tatlı sokulan sıcaklığa. Bir gözlerini kapayış huzur bulsun. Bırak gürültü yapsınlar. Bırak yaygara onların olsun. Bırak küçücük kanatlarıyla konsun mutluluk penceresini açmış evlerin algı çerçevesine. Hesap vermemi isteme. Ellerim cebimde geçiyorum hayatımı. Hep merak ediyorum anlatılamayanı, anlatılmayacak olanı, ama yine de bu anlaşılmazlıkta kalabalıklaşanı seviyorum. Can veren insanlar. Can alıcı sokaklar. İnsanın canı çeker ya, bu nefes kıskançlık değil. Bu kal deyiş, ısrar değil. Hayatın bile kalmayacağını bilmiyor muyuz ama yine de seviyoruz ölüme dair. Bu çılgınlık ayaklarımdan omuzlarıma benimle. Bu dönüş, bu yürüyüş, bu kavrayış, bu hesaplaşma, bu inatlaşma hep insanca. Çileden çıkışlar da bu yumağın hikayesi. Sosyal duvarlar arasında doğa gökyüzüne dert yanıyor. Kültürlü adamın geri dönüşü yok. Biriktirdiğinin yamaçlarını seviyor. Lale uzak, yakın olan içi. Kırmızı damarlarında yola düştü. Dönüyor, dönüyor bulamıyor. Çiçek zihne bulandı. Zaman açtı anı, gülümsedim. Şirince’yi mi dinliyor sevgili güzel bilinmeyen? Heyecan mı veriyor ona yakalanana? Denizin isyanı bir yanda, kırın coşkusu kovaladığı dalga dalga yeşilde. Şehir kendi halinde. İnsanlar onu yalnız bırakmıyorlar. Akın akın geliyorlar saniyeler gibi. Gelecekten haberlerle geçiyorlar. Geçmişi olan adamın dönüşü yok. Anıları defter olurdu da, yine de boş görünürdü sayfaları. Loş kalırdı vuslat. Hoş bir seda değil mi beni baştan çıkaran? Beni bana katan ben değil miyim? Sen neleri çaldın ki? Çalına renge karışan da ben değil miyim? Bu resme dönen de benim, dönüşen de. Bu sıçrayışlar da benim düşüşlerim art arta gelene. Her aştığım engelin ardı evrensel. Bana ait bir bayram sabahından kalan zihin kırıntılarımı siz hayat göçmenleri ile paylaşayım istedim. Bu ısrarlı uçuş soluk soluğa bir aşış. Ardı sadece pencereler değil. Ardı hayat kadar soğuk. Ardı sevilmek kadar sıcak. Ardı insanla buluşan öfke kadar gerçek, barış kadar dingin. Ardı bizim. Ardı yüreği çarpan bir ceylan havayı koklayan. Ardı bir aslan endamlı. Ardı hiç kesilmiyor. Zaman bizi hatırlamasa olur. Bir sevgili gibi çekip gitse de, onsuz da hayat bulunmazdı. İnsanlar gelecekte hep arayacaklar. Annemi geçmişe gömdük. Ara sıra aynalar hatırlatsa da benim de yüzüm yok. Yüzleşmek yaşamak. Senin yüzünden. Bu bir sitem değil, bir teşekkür. Benim yüzümden sana akseden bir gülümseme sana armağan ettiğim. Verip de alamayacağın ifadelerin. Seni seviyorum deyiş her doğuş. Bu “Ninni” ile çocuk kalmak güzel. Biz yine de ihanet ederiz çünkü büyüdük. En azından laleye karşı dürüstüz.

10/01/2006
Lalezar

Çarşamba, Mart 29, 2006

Charlie Haden

Yoğun bir haftaydı. Düşer gibiydim zaman içinde, nasıl vardık sona anlamadım. Kendimi unuttuğum anlardan çıktım, müzik dinliyorum yine. Charlie Haden ile arınıyorum geçmişimden. Gelecek ise sadece parçanın içime sızışı. Dün gece Hilton Oteli’nin penceresinden şehre bakarken, sesi son derece güzel bir bayanın şarkılarında birçok düşünceyi konuk ettim. Işık nehirleri akmakta iken gecenin koynuna, çok da kendimle baş başa kalamıyordum. Ne de olsa işle ilgili bir buluşmaydı. Soğuk bir bira, çerez tabağı, kendi olma güçlüğündeki yakalanmışların bilinen hikayesi. Dört kişilik bir yalnızlık. Sanki oyun yazılmıştı. Yine kadınlar vardı, yine gece avına çıkmış fahişeler. Çalışılmış hayatlar vardı. Sadece yıllar mı arayan, anlarda kaybolan hayat insanın içinden bir nefes alıyor, derin bir iç çekişe.
Dünyanın bir başka köşesine uçacağım Cuma günü. Önümüzdeki hafta Avustralya sabahına uyanacağım. Güzel bir heyecan. Bir başka zaman tuvalinde renkler tamamıyla benim seçimim olmayacak elbet. Anlar birbirini kovalayacak bizi geri getirene kadar. Eğitim programı, Tony’nin burada vermiş olduğu ön eğitime bakılırsa oldukça tempolu olacak. Güzel restoranlardaydık hafta boyunca. Deniz Restoran, Home Store, Körfez Restoran derken oldukça sevdiğim balığın lezzetinden güzel zevkler sakladım kendime. Törense aynıydı, mekan ondan kaçamıyordu. Doğa ve doğal kelimeleri o kadar da yakın değillerdi, anlaşamıyorlardı.
Beni bir rol bekliyor. Kendi senaryom değil. Kelimeleri içimden gelmiyor. Gözlerini kapayışın piyano ezgileriyle buluşmasında dinlenen ruh hep gezgindi her halde. Yazılarımda içimdeki insana hesap veriyorum.
İş yerimdeki arkadaşımın babası öldü, ama bense çıkamadım oyunumdan. Adımlarını kaybeden insanlar, neden yola çıktılar unuttular. Kendine sadece düşünceler kalıyor. Arabalı karıncalar gibiyiz, bir yürek atışını taşıyoruz telaşlı. Şehrin içindeyiz, biz de binlerce içten biriyiz. Dolup da taşıyoruz çevremize. Neyin farkındayız ki? Hala inandırmaya çalışıyoruz. Yüzünün çizgilerine değer veren bir dokunuş var mı? Şanslılardan mısın? Sen gecenin sana getirdiği bir körfeze bakarken seni anlayabiliyor mu? Omzuna başını yaslayıp seni onaylıyor mu sessizce? Zamanın çalınmasına aldırmıyor musun o zaman?
Yorgunum, soğukta restoran otoparkındaki araçları bekleyen bir gence, güzel bir yemek çıkışı verilen bahşişin sonrasındaki gülümsemeden. Kendi esaretimi anlamaktan. Neden sorguluyorum ki önümüze konulan tercihleri. Yorgunum sürekli güven duygusunu kaybetmekten. Sanki başkalarının tutsaklığından özgürlük çıkartıyoruz. Korkunç bir alış veriş. İşinden mutlu olmayı öğrenmiş insanlar. Hizmet etmeye alıştırıyoruz kendimizi. Adalet olsa bunda garipsenecek bir durum yok ama hayat hiç de adil değil. Çalıyoruz gözlerden pırıltıyı. Çalıyoruz gecelerini. Canını yakan kızlar da hiç de adil değiller? Yola çıkışlarsa kaçınılmaz. Yol alışlar ise bir sevgili gibi, hep kovalanan, vazgeçilemeyen.
Ay ışığında ürpermiş insanların denizi karanlıkla paylaşmasından anımsanan geçmişine karışan bir düş vardır hisle kendinden geçen. Çıplak ayaklıdır kendini arayan, kumsalında. Serindir içine dokunan. Bir yalnızlıktır onu uyandıran. Binlerce insanla sırdaş geceyi aşan bir uçuşta kim bilebilir ki benimle gideni. Kim bilebilir içime gömdüğüm hazineyi. Sen bulmayasın diye sakladım sevgiyi. Bunlar benim kelimelerim mi? Neden hala anlatamıyorlar içinden çıkamadıklarımı? Charlie Haden neyi anlatmak istedi ki? Yine de zenginleştik anlaşılamamakta. Belki yalnızlaştık ama yılmadık. Kadehin ağzında dönüşler, bir tabağı çevreleyişler, başkalarıyla buluşan yollar, tamamlanan sarhoş edişler, hep sürekli bir buluşma. Artık ne başlangıç, ne de son anlamlı. Yola çıktık bir kere, seviyoruz pervane olduğumuz ışığı. Bu vuslat içinde sadece gözlerini kapat. Zaman ona sevgiyle dokunuyor. Gonzalo Rubalcaba’nın parmaklarında dile gelende, Joe Lavano’nun nefesi tenor saksofona fısıldıyor. Ignacio Berroa ve Federico Britos Ruiz de eşlik ediyorlar Haden’a yürekten.

At The Edge Of The World (Charlie Haden)...29/01/2006

Saçları Geçmiş Kokan Kız

Gülümsemesinde yolculuk olan kadınlar özlemin mavisi denize çıkarlar. Mekana serpiştirilmiş insanlar içinde, yerlerini aşan adımlarla algıya dalan her birey, göreceli kendilerinden geçişde kendileriyle karşılaşırlar, her birbirine devrolan ısrarlı buluşmada. Anlatmaya çalışmanın, lütfen sus dercesine bakışları göz ardı edişinde, kelimeler anlam kaybederler. Bu alışılmış tekrarda ders almak hiç de kolay değildir. Güzel olandan ilham alan şansız, düşüncelerle doludur sanki zihninde yeterince sorusu yokmuş gibi. Bu yüzleşme. Bu yüz, kendimden uzak. Dışa vuran, içi maskeleyen.
Çoğu zaman nice masa arasında bulmadık mı kendimizi? Onca çay bardağı ince belli, tavşan kanı rengi. Yakalanışlar bizim ola dursun, şehir çalınır aşka. Bu geceyi seyreden gözlerde uzanır canım Kordon. Göz kapaklarının arkasında dinlersin ardında bıraktıklarını. Omuzlarını izlersin içinde sakladığın her değerli anda. Ne anladım, ne de anlatabildim diye hayıflanırsın. Ayakların seni taşıyana dek, çakılı kalırsın anda. Hayat yanda. Hayat onda. Sen de aldat kendini. Gelip geçene aldanmak güzel. Zaman gibi kadınlara neyi anlatabildik ki biz erkekler. Sürecekler bizi ölüme, yaşam saçlarındaki kokuda. Bizse kendimizden geçeceğiz uykumuzda. Sonsuzluğu dilimleyeceğiz sevgiliyle paylaşımımızda. Anlara dönen dalgınlığın dağılmakta olduğu hava, hayata çağırırcasına serin. Gerçekten sevdi mi, sevildiği kadar? Bir cevap bulsan ne yazar. Adımları kadar sabırsız kaçışlar. Üşüyorsun, yaşam kendini hatırlatıyor sana. Açılışlar, acınışlar, sevinçler, tükenmeyen direnişler, her şeye rağmen sevişler hep denizin heyecanına koşan. Bir martıya verir hikayesini paltosu içinde anlaşılamayan. Kaç yaşındasın, vapur geçiyor? Şehir tenine dokunuyor. Yıllarla işli kadınlar. Artık dinlenmek zamanı. Hiç susmayacaksın ki. Sende saklı olsa da, sessizliğinin bile kelimeleri var. Hep savurgan olmak istedinse de, tutumlu yüreklere anlatmaya çabaladın. Korkuların çıplak değil. Ay ışığı senin arayışlarında. Biraz beni benden alsan. Ne olur biraz kalsan. İçimde kaybettiğim zamanlardan senin için neler çıkartabilirim bilmem ki. İlgini çeker mi? Geç oldu İzmir, geç onu. Geç adım adım sana yaklaşanı. Geç gemilerini körfezin. Geç kızlarını, kalbini kırışlarını. Geç arka tarafına vagonun. Son istasyon Üçyol. Geç bunları.

Saçları Geçmiş Kokan Kız
14/03/2006
Yine İzmir’de

Salı, Mart 28, 2006

In An Enchanted Forest

The song of the slopes lulls despite constantly being reminded in the path, that you are not in her anymore. Unwound in the peace of the forest, you realize that the purple tulips are not yet awake. The fresh air celebrates your belated ritualistic appearance. The changing time is revealed in the bare trees that were once dressed for the spring. The pine trees are all faithfully green. Shining olive trees fringing the winding out invitation had put on their most attractive black beads once more. Birds must be out there in the audible, vibrant bushes while you enjoy the respite of your closed eyelids. The moment feels like past in the ambient music. Time passes by your eyes. The haunted dives into a world of dreams. The unfold knows what it misses as your steps rehearse loneliness. You draw in life in the determination of the chill that is eager to bring you to your senses. Being alone you are the witness that judges cannot do without. Reticence is her verdict. The canvas is the land where the painted return back in the begrudged.Still alive in my veins wandering the chant of the bewilderment.

In An Enchanted Forest,
15/01/2006

Gelincik Tarlaları Gibi Bir Düş

Gözlerimi kapayışımın merdiven boşlukları var. Aklımın karışmasından çıkamıyorum. Yorgun zihnimi bir uzanışa bırakıyorum. Günlerden yine Pazar. Daha fazlasını isteyebileceğinden mi çekindim? Oysa kalmasından korkarak onu bir dokunuşla davet edemezdim. Yalnızlığımın çizgileri duvarı takip edip, bir oda çiziyor, köşesinde bir televizyonu zapteden çepeçevre koltuklarıyla. Sonra da çekilip içime kıvrılıveriyor bir kızı aratırcasına. Şekiller yine içimi kaplıyor, ayaklarımı toplayıp karnıma çekmişken. Bir kanepe kedisi oluyorum birden, gülümsemesinde iki kadehe yer olmalı diye geçirirken içimden. Nedense iki kişinin sessizliği daha az sıkıcı. Ortasında sıcak bir kırmızı olmalı bu düşünüşün.
Hala bu şehrin ardı var. Hala aldırmazlığı ondan iyi oynayan yok. Bir bakıştan kaçan şehrin ortasında duran yakalanmışlıkla dönercesine, beni yakaladı yine içimde. Bu savruluşa aşık, tutsaklığıma feda ettim yalandan kalelerimi. Hala neyi savunuyorum ki, kumdan çocukluğumu mu? Denizin silip süpürdüğü yıllarsa yüzümde. Bu mavi onun kadar engin. Bir o kadar alıp götürürcesine. Gözleri seven bir dünya, öylesine güzel, bir iç çekişe dolan karşılaşmalar rengarenk. Hiç çıkıp gelmedi uzaklardan. Ondan haklısı da hiç çıkmadı. Yaşlandığını bilmenin içinde küçük oyunlar oynamakla geçiyor ömrümüz. Yalnızlığını düşüncelerde dağıtıp toplamak. Hep uslu bir çocuk olmak. Hiç yaramaz olamamak. Kırılana ağlamak, hiç teselli edilmemek. Bu yalnızlık ona hiçbir zaman anlatamadıklarım. Geçmiş, kalsana dercesine dokunamadıklarım. Gelecekse düşüncelerime dayanan bir an yığını. Yığılıp kalmayacakmış gibi gururlu yürüyüşü, kendine güven olarak yorumlanabilir mi? Mütevazılık şehri konuk eden ağırbaşlılık mı? Bir şarkısı varsa bu gecenin, bu dans lütuf mu? Bu kadar uzak duruşunu, üzerindeki kırmızının ona kadehten daha çok yakışıyor olması haklı çıkartıyor olabilir mi? Güzelliği soranlara bir cevap gibi dolaşırken, tenine işlenmiş bilmişliğinden yanına yaklaşılmıyor. Saçlarını yalayan hatlar gerçeklikten hiç ödün vermiyorlar. Halbuki bir dokunuş bu çizgilerin yanılıp da gerçeküstü oluşlarını resmetmek istiyor. Gerçeğin gerçeküstüne adımları hep özeldir. İnsanda başlayan akıl almaz karışma bir akıştır. O pozunu hiç bozmuyor. Sanki zamanı durdurabilecekmiş gibi, kendinden emin. Her adımda bir hayat karesinden diğerine geçiyor. İzleyenler bir filme hayretle kapılmış gibiler. Bu baş döndürücü sızışta herkes gerçeküstü ama o son derece ayık. Hayatın onu sarhoş ettiği oldu mu acaba diye insan düşünüyor. Sen de kim oluyorsun der miydi diye defalarca zihin soruyor. Yalnız bir yazarı ressama çevirebilir miydi? İster miydi? Üzerindeki kırmızıyı bana hediye eder miydi bir karede unutulmuş gecede? Bir gülümsemeyle başlayabilir miydi, sır gibi taşıdığı gerçeküstülüğü? Benim gerçeklerimle ne kadar yolculuk edebilirdi? Tükenmek bilmeyende gece sabaha kadar onu bekliyor. Sıcak gerçek olmalı. Bunu en iyi kırmızı anlar.

Gelincik Tarlaları Gibi Bir Düş
11/12/2005
İzmir










Profesyonel Yaşam Fabılları

İçin sürekli bir bahane arıyorsa, bil ki senin için değerli olmaya davetli. İsminin sonuna eklemek zorunda hissettiğin her “Hanım” hitabıyla, aradan çekilmesi için kıyasıya mücadele ediyorsan düşüncende çaresizce, bil ki etkilenmişsin. Ona her seslenişinde ortaya koymakta olduğun mesafeyi daraltma çabalarında, acaba kendime göründüğüm kadar da aptal mıyım sorunun yarattığı gülümsemede, cevabını o samimice nasıl veriyor merak ediyorsan sonuçtan endişelisin. Hoşlandığını belli eden, duygularını gizleyemeyen zavallı erkek türü olarak mı algılıyor acaba seni, yada o da beğenilmenin tadını mı çıkarıyor bu sıradanlıkta, senin o kadar da sezdirmediğini sanışında? Allah kızların eline düşürmeye görsün, kaybedenler ormanının romantik maymunu olursun. Sizinle tanışmaktan mutlu oldum der giderler. Bir kahvenin kırk yıl hatırı olduğu yalanını anlatır her geçen günün sessizliği. Güzel kızdı dersin. Sen ilk değilsindir, sonuncu da olmayacaksındır. Bu şaşmaz acizlik, benzer karşılaşmalarda muhtemeldir, denenmiştir. Plaj ve orman kirliliğini içeren çevre sorunları, kediler, ailenin oturduğu evin bahçeli oluşu gibi hiçbir duygu halinde art arta sıralanamayacak alakasız konuları konuşmuş olmanın garipliğinde, sanma ki gizleyebilmişsindir ilgini. Komik erkelerle, komik duruma düşen erkekleri ayırır acımasız kızların evrim teorisi. Mükemmeli arayan yorgunluktur sıkılmışlıkları. Hala mı bir bahane arıyorsun? Hala mı bulamadın? Terk eden kızların yaratıcılığı yok yine üstünde. Keşke sen de sadece tanışmakla mutlu kalsaydın. Sadece odan değildi dağınık olan. Toplamaya çalıştığın düşünceler de vardı. Bir de ondan dinleme şansı olsaydı bu fabılı. Güzel kızdı doğrusu. İyi bir dinleyici değildim her zamanki gibi. Sadece aynı sokağa çıktığını öğrenebildim yaşamlarımızın. Kimbilir bir gün sabahımız kesişir. Belki de sokak kedilerinin akşamında karşılaşıveririz. Ben de o zaman tanışmaktan mutlu olduğunuz bir adam vardı ya, kendini kandıran o aptal bendim derim.

Profesyonel Yaşam Fabılları
14/01/2006

Hikayesi Olan İnsanlar

Elinde camsil bayrak gibi koşan küçük bir kızın iki yaşındaki kararlı yakalanmazlığı, yaramazlığı, eyvah eşyalar kırılacak telaşı büyüklerin peşinde koşan

Hayatın içinden topluyoruz gözlemlediğimiz çocuk masallarını, biz yetişkinler de dışarıda kalamıyoruz.



Ne Kadar Da Güzelsin

Ne kadar da güzelsin
Senin adın yalnızlık olamaz
Bakışlarından geçip gidemem
Kalırım sende
Alır giderim kendimi
Geceye, dalgaların sesine
Karanlığım karışır bakabildiğimce
Denize, sensizliğe
Bilirim önemsemediğini
Yine de yapamam işte
Bilirim de anlatamam
İçim karışırken yakamoza

Savurup da canımı acıttığın
Sözlerin kum tanelerim
Kalırım sende
Kumsal kaçıp giderken
Ya benim adım
Yalnızlık mı olmalı
Sen omzuma yaslanmayalı
Deniz susmuyor işte
Seni getiriyor her gelişte
İçim bir yelken gibi doluyor
Açılmak istercesine
Sen uzaksın
Bende başlayan
İçime düşüp
Ötelere kaçan
Kalbimi kırdım
Seninle paylaşayım diye
Ama sen anlamazsın
Bir küçük kayık geçer
Kitapların arasından
Yalnız adamın masasından
Sen anlamazsın
Dirseklerini kumsala yaslamış
Biraz önce seninle dolaşan
Düşüncelerinde yumak olan
Kaybolanın hikayesini yaşamazsın
Bir şehrin caddeleri olduğunu
Sokak kedilerine seni sorduğunu
Anlar mısın?
Çevirdiği her yüzde
Sayfalar dolusu sen
Yalnızlık gelip geçerken parmaklarından
Bir sandalye çek demek ister
Çek küreklerini hayatın
Bana gel der
Ama sen anlamazsın
O hüznü sarınacak yatarken
İçinden hayat geçerken
Haklı olmak istemedi
Hele yalnız hiç
İki katlı Rum çiçekleri olacak
Düşlerinde açarken beyaz kireçli
Kiremitleri üzerinde kedi
Seni arayacak gözleri
Anlar mısın?
Yalnızlar kendi dilini konuşur
İstiridyene kapanıp beni incittin.

İçimi Çağıran Çizgilerin Sesinde İzmir

Hala dolaşıyorsun. Kontrol edilmeye isyan edercesine sendeliyorsun. Dans eder gibisin dönen sıralanmış kıpırtılarda. Gece dışarıda diye insanlar da çıkıp gelmişler. Herkes müziğin ritminde yükseliyor. Sadece komik olan sen değilsin. Sen de aldırmayanlar kulübündesin.

13/01/2006

Zamanında daha cesur olmalıydım. Bunu hep bildim. Zihnimi kaplayan çizgilerle buluşmak için çıkamadım. Gidemedim. Beyaz dönüştü, form buldu düşüncelerimde. Onu şekillendiremedim. Hiçbir şey kalıcı değil oysa. Neden bu çaba? Neden tutunmaya çalışıyorum, bu bir kendini kandırış mı? Bu kıvrımlanan, tüm oyunculuğuyla derlenen, kaçan, dönüp de ardına muzip bakan kovalamaya değer mi? Bu sınırlar aşılmalı mı, bu soru cevapsız olsa da sorgulanmalı mı? Öğrenmenin bedeli zaman, başkalarından çalınan. Seslerle örülmüş kararsızlık. Bu huzursuzlukta bir kontrol edilemeyen derinlik var insanı çeken. Teni baştan çıkaran güneşe ihanet etmenin cezası hiç ödenmiyor. Bu düşünce hep hayatı okşuyor. Daha ne kadar otur yaramazlık yapma deyişleri dinlemeli? Kalmadı, kalınmıyor. Renkler, kelimeler, desenler beni bırakmıyorlar. Bu kayboluş beni çağırıyor. Ardında bırakamıyorsun. Her şehir seni tutuyor. Zihninse seni durmadan çekiştiriyor. Hadi kalk gidelim diyor onun omuzlarını okşayan dökülene, onu saralım bir giysinin buluşabileceği sevgiyle. Bu buluşma bir hevesli pencere mi, yoksa bir kapı mı? Ardı var mı bu çıkışın? Göz ve ruh yerinde duramayan bir kedi gibi. Hemen düşüveriyor peşine, salınanın. İçinin aldanışında yorgun düşse de, vazgeçemiyor. Bu duygu onu hep dürtüyor. Dilsiz bir ifade etme arzusunun öteleri zorlu olmalı. Gelecek değil insanı tutan, geçmişi onu bırakmayan. Bir ten, bir tuval, bir şehir, ardı hikaye. Bu sokak saklambacını öğrendik ya, artık amacımız kabul etmesek de sobelenmek. Kimse kazanan yalnızlardan olmak istemiyor. Belki de kaybettiklerimiz, kazandığımızı sandığımızdan çok. Belki de bu şehirin de sınırları yeterince geniştir. Dar olan çerçevemdir. Feda ettiğim zamanın serzenişi tembellikten değil, deniz dışarıda kaldığından. Bu sorumsuzluk değil, sadece hayatın bana dayatılmasına dayanamıyorum. Hep kontrol etmeye çalışıyoruz. Bilinçli aldanıyoruz. Sonra da kabul edemiyoruz işte. İçimize dokunuyor şehre yaslanmış ışıklarda. Hep aydınlıktık ki, karanlıkla ışıldadık. Bu nedenle bir sövgü değil isyan. Hep kurtulmaya çalıştık. Kaçmak istediğimiz noktada da teslim olacağız. Orada da duramayacağız. Büyüme sancıları anları doğuruyor.
Hep çocuklar olsun sokağımızda. Biz yetişkinlere hatırlatsınlar unutmakta olduğumuz kuraldışılığı. Biz onlara doğru söz geçirdiğimizi sandık ama öz geçiremedik. Bunu en iyi içimizdeki büyüyen çocuk biliyor. Bir anımız daha oldu.

14/01/2005
İçimi Çağıran Çizgilerin Sesinde İzmir

Aklıma Takılanlardan

Sen gözlerini kapamaz mısın hiç?
Sormaz mı için sana?

Laleler seni hatırlatıyor bana hala.
Artık içim kır değil, kırık.

Canı yanmışlardan dinlenmiyor masal.
Sen yine de başkalarında kal.


26/03/2006

İzmir'e Bakan Balçovalı Yeşille Randevum Var

Bölük pörçük geçmişten topladıklarım. Serin bir kumsalın ayaklarda bıraktığı his, üstüme dökülen saçlarda detayları kaybolmuş bir odanın loşluğu, tartışmaların kaybolmuş içeriklerinden özetlenmiş bir duygu enkazı. Arta kalanlar tarihi öğrencisinin yeni dersleri var alınacak. Bir gelecek düşlerle dokunacak. Arada dokunsan da içime, bu sis perdesiyle oynamak değil balkona çıkışlarda amacım. Şehrin içindeyim. Beton yığmışlar gözüm gibi baktığım sokaklarıma. Kuşlar bile fazla durmuyorlar. Denizle teselli ediyor kendini İzmir. Bir çay bardağında hatırlanır kıymetli dostluk. Martılar da paylaşırlar simidini, şehrin kokusunu, rüzgarını. Ardında kalır yığdıkların, senin seçimin olmayan yığınların. Benim büyülü ormandan dinleyeceklerim var. Biraz üşümeliyim beni masalsı sarışında. Hatırlamalıyım benimle sınırlı olmayanı. Yukarıdan bakmalıyım içinde hapsolduğum kendi gizeminde kayıp insanların şehrine. Bu seçim benim. Duvarlarıma döneceğim beni bekleyen akşamlarda. Bir hayal dolaşacak koridorları. Bir yaşam saracak zeytinin sevdiği patikaları. Bir çiçek de karışacak hatırlanana. Bazen yola çıkmaktan zor varmaya çalışmak. Teni ıslatan bir çiğ tanesi değer vermek. Dokunmak cesaretiyle buluşan kararlılıkta duyulan heyecan yaklaşmak. Bir gözyaşı gibi kabul görmek doğal olmak. İçinden gelene ermek sevildiğini anlatan renkle. Artık çıkmalyım beni bekleyen masala. Biraz geç kaldım.Akşam beni bekleyen bir yalnızlık var.

14/01/2005
İzmir’e Bakan Balçovalı Yeşille Randevum Var

Hayrola

Bir masal olmayı istiyorsun da, korkuyorsun. Seni dinlendiriyor kaçıverişlerin. Kalmak istiyorsun köşende gökyüzüyle. Siniveriyorsun içine, bana. Uzanıp da erişemiyorum ya. Bir türlü alışılmış diyaloglardan çıkamıyorum. Bana ait zamanlar, gözümün eriştiği noktalar ve içime dokunan mekanlar. Yaklaşıp da kaçanlar. Hep böyle başlıyor yolculuk. İçinde benim için bir koltuk ayrılmış bu otobüs Roma caddelerinde de olabilirdi. Bu göz kırpışta Prag yakalanabilirdi. Gözlerim doluyor.
Geçmiş soluyor. Beden soluyor. Nefes beni benden alıp hayata çalıp bırakıyor. Işık ağaç yapraklarına öyle yakışıyor ki. Bir gülümseme çalıyor an, dudaklarından, kıvrımlarından. Yol bükülüyor. Sen hala san. San ki yalnız değilsin. Ellerinden geçen zamanı tutamazsın. Aşk da anlara bölünür. Kısacık yaz çünkü kısacık yaşıyorsun. Bir melodi gibi duygulandırıyor yaşam seni ve bir bakıyorsun uzaklarsın. Anılarsın. Sokaklarsın. Marsilya’da da olabilirdi gönül. Rüzgar da hep aradı durdu limanları. Ayakkabılarının içine sığınan sen, dışarı sığamıyorsun. Bir ses hep seni çağırıyor. Bu huzursuzluk seni sen yapan. İçinde hırçın deniz gibi kıpırdananda seviliyorsun. Bir heyecan gibi yerinde duramıyorsun. Hep aynı dansın adımlarını takip ediyorsun. Endülüs’te de olabilirdin. Uysal görünüyorsun da uslanmadın şehirler gibi. Sadece tarihe sakladın. Ne sen geleceği anladın, ne de bir gün geleceğini bildin. Bir gözyaşı gibi tuttun yağmuru. Donup kaldın seni bırakmayanda. Yine de cesaretle attın kendini öteye. Sarsılmış, çalkantılı düştün yola.

Hayrola
İzmir, 13/01/2006

Sensizlik Oyunu

Bana dönsen yüzünü.
Bir gülümseme ile noktayı koysan yazdıklarıma.
Omzunu hatırlamak isteyen bir yastıkta,
Bir ten yığınını ateşe versen.
İçime kıvrılsan.
Kovalasan kıyılarımı, yamaçlarımı.
Yüzü olan saçların uykuda.
Örtünün seni sarmaya çalışması boşuna.
Sende başlıyor özlenecek resimler.
Yanımda olmayışından çalıyorum seni.
Aramızda hep bir gerçeküstü.
Sırtını izleyen bir sessizlik.
Sensizlik oyunu

İzmir, 19/03/2006

Bir Göz İçim

Yürek bir sızı seçer ya geçmişten, yüzünü ele geçirir bir duygu, üşürsün damarların boyunca. Yakalanırsın. Bir soru sorsa birisi o anda, işte diyebilirsin belki ancak. Bir nehir kaplar vücudunu, öyle güçlü çağlar ki gözlerine doğru. İçin için akarsın, sessiz , dolu, coşkulu, sanki biraz da hüzünlü. Ağlamazsın, çünkü güçlüyü en iyi sen oynarsın donup kalmışlığında. Neyi anlayabildim diye düşün dostum. Zamanın hep çok sandığınca. Gecelerin yalnızlığına gözlerin balkondan yetişemiyor. Bir ürperti sevgilin olmuş, boynuna dolanmış sıkıca. Ne çok hikaye bir şehrin dinlemekten usandığı. Gözlerin ardına çıkan düşlerden çalan düşünceler. Bir dokunuş kadar yakın, bir o kadar uzak dışarısı. Pazar günlerini ele geçiren kelimeler, bir de ben. Sadece sana kalandan, seni alan müziklerin dansa kaldırdığı yazılar. Herşeye olduğu gibi buna da alıştık. Bir anne gibi gömdük anlatamadıklarımızı ve anlayamadıklarımızı. Bir damla gözyaşı kadar özlü dışarı bakan. Bu sevdiğim penceredeki benim herşeye rağmen. Sokak lambalarının çetelesini tuttuğu geçip giden yıllardan topladığımla hazırım çekip gitmelere. Yalnız kaldığımda kendimle tanıştım. Adım sadece Erdem Ferit Başkaya değilmiş. Sanmayın sadece yazılarımı biriktiriyorum. Akışın içindeki saklambaçta çocuklar büyüyor. Sen kimi kovalıyorsun? Ben düşlüyorum. Yorgun musun, eşyalarının arasında oturmuş dönerken? Tutunduğun noktalarda, gözüne takılan görsellikten bilinçsizce kopup da, pervanelerin misafiri oluyor musun? Bir kızı mı kovalıyorsun diyorum kendime, seni saranı mı belli değil. Bir sessizlik, biraz sen ve gözlerimi kapayış. Teslimiyet, özgürlüğü en iyi anlatan. Bir nefes kadar yalın. Bir kadeh gibi kendi başına. Sorularımı sadece parmak uçların yanıtlasa. İçim dışarıya biraz bekle diyor. Bahar kadar yakın papatyalardan cesaret alıyorum. Yamaçları kaplıyorum. Yarınlar, beyaz ve sarının haydi deyişi kadar umutlu. Bir çiğ tanesinin ömrü kadar kısa çiçeğin aşkı. Şu anda sadece izliyorum, “izlendiğimin” farkında. Bir oluk sokaklar, bir soluk hayat. Dayan seni tutamayan zamana. “Katlan” içinde. Açan sensin. Ben de bir başka Pazar gününün içindeki insanlardan biriyim. Gülümsememle geçiyorum bir köşe başından. Kalabalık caddeler, metrolar, yalnız yürekli insanlar. Ne kadar çok şeyin içinde kayboluyoruz. Bir Bodrum mavisinin aşkı kayık, salına dursun. İçten bir artık ben yoruldum deyiş, kalkıp gidiş. Çıplak ayaklarında kumu paylaşmak, hayatın çağırışlarında kana kana. Kandırılışlara isyan etmek, en büyük işbirlikçi kendini affetmek. Zor kelimesi bile kaçıyor bu yükten. Bir tahta sandalye ve rügarla başlasaydım masala. Bir Akdeniz sarhoşundan finans müdürü olur mu? Üzgünüm gün ışığı sana hep ihanet ediyorum. Ben de anlamıyorum. İç hesaplaşmalar yetmiyormuş gibi, bir de şirket hesapları. Bu yalnızlığın dili mi? Artık bir gözlerini kapayış yeter.Kurulu diyaloglar, otomatik insanlar, matik kelimeler. Elim sadece sana “değer”. Artık eğer diye başlamak da zor.Kollarım boş. Zihnimse dolu. Ne yapalım dostum, bu insanlık yolu.

19/03/2006

Bir Göz İçim