İşlenebilecek En Güzel Günaha

Duygularında kaybolmuş bir adamın ebedi adresi kadınlardır. Kelimelerimin buluşma noktası güzel kadınlara. Ölüm sözü ayırana dek. Sanırım gerçeğini şaşırmış ender insanlardan birisiyim. Kolay değil narin bir ihtimali sevmek. Gözler yaşamak demek.

Fotoğrafım
Ad:
Konum: İzmir, Türkiye

I like dabbling in English. Words welcome people in me.

Pazar, Nisan 23, 2006

Bir Güneş Goncasında Ankara

İnsanın güneşi yüzünde hissedebildiği bir gün çok güzel. Denizin hiç bırakmadığı manzaraya eşlik eden güçlü rüzgara kendini teslim etmiş olan köpekler uzanmış, muhteşem havanın tadına varırlarken, imrenilesi bir tembellikle geriniyorlardı. Siyah burunları, boz bedenleri, ışıl ışıl gözleriyle son derece mutluydular. Belli ki gelecek hafta onları kaygılandırmıyordu. Bahçeden koparmış olduğumuz iki gonca gül vazomda bana hayatı anlatıyorlar. Detayın kıvrımlarında yerinde duramayan bir dans var. Kendine o kadar iyi yakıştırmış ki pembeyi. Keskinleşen çizgi, içine kapanmış güzelliğin yanı başında yumşuyor. Her güzel gibi o da yakınlaşılmasını bekliyor. İlgi kelimelerini seçiyor gecenin içinde. Müzik Akdeniz’i taşıyor ruhuma. Bir yudum çayı da ihmal etmiyorum sıcaklığında. Işık da katılıyor fark etme oyunumuza. Çay bardağı sırrını paylaşıyor içine aldığı eşsiz tonların barındırdığı dünyada. Bir hayali aralıyorum gözlerimde. Kapıyı açıp da o girmeyecek içeri. Adına özlem diyoruz bu kendini hissettiren bilinçliliğin. Her yer kalabalık. Zihin seçmekle meşgul. Düşünce hep onu çağırıyor. Ten sıcaklık arıyor. Herkes yerini alıyor. Donup kalmışız. Nasıl da dönüyoruz? Zaman içinde salınıyoruz. Unutmuşuz, damarlarımıza sızan hayat capcanlı. Parmaklarının ucunda çizse yüzümü. Bir mutlu portre ne isterdi gözlerini açışın ardında? Hayat içinde daha ne gibi roller var acaba? Küçük bir kıza, bugün kır çiçeklerini sevmeye gideceğiz canım diyebilecek miyim? İşlerim nedeniyle uzun süredir göremediğim yeğenimin koşup boynuma atılışında, kopmak istemeyen sıkıca sarılışında vicdanıma hesap verebiliyor muydum? Sadece kendimi kaybetmiyorum ardı olmayan sokaklarda. Günışığı tesellilerinde, geçiveren zamanda bir zeytin ağacı gibi eğilmediğimde hayata acı çekiyorum Bugün denize hayran martıların kanat açışlarında göğü takip ettim ufka kadar. Küçük bir ada Çeşme’ye sevgisini anlatıyordu. Bir derin nefes aldım uzaklardan. Ben mekana, zamana dokunabilmeliyim. Çizgiyi kovalamalıyım yorulmaksızın, rengarenk, hiç bitmeyen bu bana yakıştı mı sorularında. Güzel omzunda dinlendrmeliyim başımı döndüren zenginliği. Saçlarının dökümünden çalmalıyım senin ardını. Gizlediğin kulağında heyecanla bulmalıyım kokunu. Küçük bir kalbin hikaye kitabı olduğumda anımsanacak gecelerim olmalı ardımda. Ben gülümsemeler toplamalıyım hayatta. İçimi bedenimde kaybettiğimde, zihin geceleri bana soruyor acımasızca. Kasabalar, şehirler, köyler kilometre çiçekleri. Mekanı yırtarcasına delen yol farklı yüzlere ulaşıyor. Biz sokaklara sığdıramadık coşkumuzu. İnsanlığımıza gömdük gündüzleri bekleyen geceleri. Korkumuza bir öpücük kondurulduğunda biraz huzur bulduk. Cesaretle bekledik ayağımıza değen bir sevginin uyandırışlarını. Geçerken uğradık dünyaya. Paylaştığımız bir zamana düşen ateşte aşkı kattık kelimelerimize. Hayat bir gün bizi de, sesimizi de alacak. Tarih bizi unutacak. Lütfen beni karşılayan anlara çık. Biliyorsun gönlüm her zaman sana açık. Sıradanda senin için bir sıradışı açtım. Perdemi araladığımda ayak seslerinin sokağının seni getireceğini bilmenin heyecanında yaşlanmak istiyorum. Geceleri, gündüz kaybettiğim insanı bulmana ihtiyacım var. Bir avuç kum tanesini zaman gibi yutan denize savurduğumda isyanım olmanı, yüzüme vuran ayışığında beni hayata armağan eden seni geceme katmanı düşlüyorum. Yarını kaybedeceğim, biliyor musun? Sıralanmış sokak lambalarının izlediği caddelerde, kırmızı gelincik tarlaları gibi akarken elimden tutuşunda iyi geceler deyişine çıkabilecek miyim? Dünya belki bana sıkıca sarılmana aldırmıyor ama ben seni merkezine koydum içine dolduğum zamanın. Masamdaki gonca gibi gizemli sakladıkların. Çizgi seni kendine yakıştırmış. Güzel demiş, bulduğuna. Günışığı seni sevmiş. Yüzünü aramış bir Pazar dinlencesinde. Çıplak ayaklarında, ıslak kuma yansıyan Ege günbatımında sana randevu vermiş tebessüm. Davet içten ve derinmiş, denizi aşan serinde. Belki çıkıp gelirsin diye can atmış içi yakının. Uzak yakında kendini kaybetmekten korkmuş olmalı. Cümle noktaya kavuşmayalı, kelime kelimeleri kovalıyor. Gece eksikliğini satırlara dolduruyor. Bana anlatacak tembellik masalların olmalı. Kumsal yastığın olmalı Ege’nin seni sevdiğince. Ben göz kapaklarının ardına uyanmalıyım. Güneşin davet ettiği hayatlar olmalı bizi bekleyen. Sınırların ardı bizim için şehirler saklıyor. Bir yıldızı belki de bir Gondol geçiyor Venedik’te.

Cumartesi, Nisan 22, 2006

Gönül Denizine Vuran Düşüncelerde Seni Çıkardım

Gönlüne dönmedin mi yine? Akşam güneşi yolcu ederken, şehre çöken kızıllıktan çıkarmadın mı düşünceleri? Biliyorsun yüreği altüst. Kafasını sarmış sorular onu yiyip bitiriyor. Kendi hayatlarını unutmuş insanlar, başkalarına karşı son derece acımasızlar. Uzak sanki bir hikaye arıyor. Bir masa başı denize sırtını vermiş, rüzgarı dinliyor İzmir’den. Ne istenir ki bir gülümsemeden? Biz bu hayatı çözemedik ama içinde çözülüyoruz. Günahımız büyük. Aralara sızıyoruz.
Uyanışları birleştiriyoruz. İçe sığmayanda oyun sürekli daralıyor. Gece onu kaplarken yalnızlığına sokulamıyorum. Dert etme diyemiyorum. Sadece kendime saklayabildiğim bir üzüntü. Aldırma diyemeyişlerim. İçinde bir sıkıntının çöreklendiğini bilişlerim. Sokağıma doluşan apartmanların arasında saklanışlarımda başlayan bir düşünüş, geceye saçılmış şehir ışıklarında, kıyının şehre sarılışını toplayışlarda, adımlarımı alıp giden bir yürüyüş seninle, evet seninle dolu. Sessizlik sırtların gizini açarken şehir savruluyor öteye. Kaybolan, denizle buluşuyor taşanda. Güç derinde. Tutsak edilemeyen tutkunun adı özgürlük. Feda edebilme erdeminden yoksunların anlayamayacağı bir karşı duruş bu. Kendimize ait alanlarda işgal altındayız. Bu hayatını kazanma oyunu olamaz. İnfazları oldum olası sevmedim. Haklılığı kendinde gören yargıçların cezalısı hiç olmadım. Yeri geldi kaybedişi hazinem yaptım. Bizi kendi kendimizin yargıcı yapıyorlar ya, en büyük acımasızlık bu.
Konak Pier’e birşeyler anlatan hafif esintiyi kaç onurlu insan duyuyor ki? Yeter ki parçalarını al da gel. Resme sen de katıl güzelliğinle. Sadece gülümse. Bugün bir hüzün koydum köşeye. Senden kopan bir parçaya dokundum özenle. Sen içimsin. Dışımı, dışarıda bıraktım. Gözlerimi kapadım, sana bir yer ayırdım. Bir teselliyi en iyi şekilde dile getirsin istedim cümlelerim. Pencerende perdeni araladığında hayat bir parça olsun karşılıyorsa seni, gülümse. Parmaklarına dokunan kumaşta yaşadığını doğruluyorsan, içindeki hisse coşkunu ekle. Bir gün omzuna dokunan sabırsız bir yüreklendirme olursam, sırtını döndüğünde sıcak bir tebessüm bulacaksın. Bakışlarına kelimeleri asla kabul etmeyeceğim. Körfezime sarılan ışıklar gibi seni bırakmayacağım. Bir adımına yolculuk katacağım. Kumsal bana hayatı hatırlattığında inan benden güçlüsü yok. Ben bu denizin çocuğuysam asla tutsak olamam. Suskunluklarım birer geri adım değil. Bende saklı olanı göremeyene ne anlatabilirim ki, cümlelere kelimeleri doldursam? Ben tekrarlarımdan ibaret değilim ki. Her güçlü gece içindeki zayıfa döner. Sadece sevilip de sevenin hesaplaşmaları yoktur hayatla. Bu keşfin cesaretlendirişinde İzmir gözlerim. Şehir zaman işçileriyle dolu. Sen de mi yorgun düştün? Derin bir nefeste ciğerlerini hissettin mi? Sana dolan hayatı ne kadar içinde tutabilirsin ki? Sabah kahvaltısında sana üzerindeki unutulmaz anlarıyla zamanı dilimlemek isterdim.

Gönül Denizine Vuran Düşüncelerde Seni Çıkardım

22/ 04/2006

Cuma, Nisan 14, 2006

Uzağı Misafir Eden Yakın

Düşüncelerden seni dinliyorum, içime katıldığın her gecede. Denizin çağırışına kulak versen de, çıkıp gelsen seni özleyen kıyılara. Bir ayak izi gibi zamana tutunmaya çalışmamız boşuna. Ardımıza bakmadan yürüyelim. Sahil bizim. Sen yeter ki çıplak ayaklarını al da gel kumsalıma. Rüzgarı yaşa benimle. Katıl seni kabul eden mekana. Açıl seninle dolup taşanda. Kendine bir renk seç gecemden. Bana anlat sende asla saklayamayacağını.

14/04/2006

Gönül Yargısı

Denizin yüzeyince gece.
Karşı karanlığa alışık.
Rüzgar yokluyor içimi.
Duruyorum göz ardı.
Cümle kelimelerde durduğu gibi değil.

13/04/2006

Gözlerin Ne Der?

Yolculuk başlıyor. Gözlerimi kapadığımda içime konuk olan, bana 13 Nisan’ı hatırlanmaya değer kılan bir kız var. Sahiller gibi uzanıyor doldurulmaya hasret boşluğuma. Bugün gülümsemesinden hiç çıkmak istemedim. Sevilmeyi arıyormuş meğer yüreğim. Biliyorum günışığı o güzel yüzünü çok sevecek. Biliyorum baharın çiçekleri beni kutlamaya gelecekler. Papatyaya artık sadece yalnızlığımı anlatmayacağım. Saçlarında benim için bir koku saklı olmalı. Hayat düşünceyi aşmaya değer. Şairlere kelimeleri dar eden duygu bu değil miydi? Ne sultanlar, hükümdarlar geçti tarihi ama yürek denizi hiç dinmedi. Bir kızı keşfe çıktı yıldızlar. Erişilmezliğinden göğün bir yıldız kaydı, dileğime düştü. İki şehrin hikayesini yazmak kolay olmayacak. Daha şimdiden gecelerim özlüyor gelişini. Onu İstanbul’dan dinlemek istiyorum. Kar gibi örtsün istiyorum Ankara kaplı sokakları. Yolcu kalbinde gerek. El sallayışı o kadar dokundu ki içime. Aradığım mutluluk bu kadar yalın anlatılabilirmiş. Bir ten açmak istedim günlüğüme. Elimi uzatış olmak istedim şakaklarına, bir sarılışta içten kayboluşa itiraz edememek. Yaşamı anlatan omzunda derin bir nefes alış olmak arzusunda doldurdum hayallerimi. Beni alıp götüreceği bir gelecek olmalı. Heyecanı bir gün kapımın bekleyişleri olacak mı? Bir Öykü yazabilir miyiz birlikte? Denizi sevdiren maviye çıkabilir miyiz güneşle uyanan sabahlarda? Bir yudum çay sıcaklığı gibi geçebilir miyiz, düğümlenen boğazımızdan? Sızabilir miyiz içten içe? Gözlerin ne der? Bu gece benim için yer var mı düşüncelerinde? Ben sana bir saray ayırdım.

13/04/2006


Perşembe, Nisan 13, 2006

İstanbul'un Armağanı Düşler

Tesadüflere inanır mısın? Ben İstanbul’un karmaşasından kendime güzel bir düş seçmişimdir hep. Sarılıvermişimdir ışıklarını taknışına. Koynuna sokulan vapurların süzülüşünde, unutmuşumdur ana yığılanı. Sevmişimdir İstiklal Caddesi’ni, kafelerini, insan selini. Denize çıkmışımdır, tüm sokaklarından daha heyecanlı. Bakış zengini bu şehirden saklamakta olduğum ne varsa sevgidir. Bir karşılaşmanın dili olsaydı anlatırdı içimi. Bir an yeterli mi sevebilmek için? Bir an susmak zorundaysan, geveze gönlünü susturmaya çabalıyorsan, bir cep telefonunun çalışında kalkıverişinde, çaresizce teslim oluyorsan bir burukluğa, yüreğinde sessiz bir davet vardır. Hayatın içinde, bir el tutuşuşta yılların geçişini birlikte izlemek isteyebileceğin kaç kalp çarpması vardır ki? İstanbul’da kayboldu onca insan gibi duygular. Şehir hala tombul bira şişelerine yansıya dursun, masalar dolar taşar akşamını alıp gelmişlerle. Bir Ortaköy masalında herkes kahramandır, kendisine sığmayan anlatıda. Bir karşı karşıya oturuş vardır, saçlarında dökülen. Bir elini uzatıveriş aslında kelimelerden fazlasını anltıverir özetle. Bir cesaret edebilsen. Bir kumsalı çağırır geleceğe. Bir yaşlanışı dilimler zamana. Masaya dizer aşkı. Bakışlara doldurur geçmişi dokuyan yaşanabiliri. Bir dans olur aldırmazlar. Dudaklarına yerleşen tebessümde, ben kelimelerimi dizginlemişsem, o geceki gürültüde kaybolmuşsam, hayatında birisi olduğunu hissetmeme yenik düşmemdendir. Yoksa içim yakalanmıştı sana. Günaydınım olur musun diyemedim. Benimle paylaşacağın çoğalttığın heyecanların olsun istedim. Bir pencere seni bırakmak istemezken , ben seni anılarıma alayım, çıkabildiğim her anda seni karşılayayım diye can attım. Kaç insan geçti seni adımlarında, merak ettin mi hayatlarını? Ben seni geçtim ama soramadım. Bilemedim. Dinlemek istedim telaşını caddelerinin. Bir ekmeğin sıcaklığına katılsan, kahvaltı anlamını bulurdu peynirde, zeytinde. Bir ışık hüzmesinin domatesin sırtını okşayışını seninle takdir ederdim. Bir çay bardağının kıvrımlanan belinde buluşurduk göz göze. Bir sevgi olurdun çay kaşığının şen şakrak yerinde duramayışında. Ben gelişlerinde, biraz kal diyemedim. Halbuki, değerli bulmuştu seni sessizliğim. Ne diyebilirdim? Ne diyebildiler? Hepimiz zamana doluşmuşuz. Bir rastlantının çocukları kaybolmuşuz, avunmuşuz. Sadece bir yalnızlığım var paylaşılacak. Denizi aşan bir martının İstanbul’u değil mi, seni bana anlatan. Bir gülümsemende yükselmiyor mu şehrin silüeti? Hayranlık yaşamın her an bizi uyandırşına. Cesaret veren günışığı, yüzüne düştüğünde ben sende yansıyanda uyanmak istememe bir gerekçe bulmak istemedim o anda. Neyi açıklayabildim ki bugüne dek. İçim içimi yemişti o gece. İstanbul’da buluşan kıtalar bile seni seviyorum diye fısıldarken birbirlerine, telefonun çalıyordu seni benden, ben sana çalınırken. İzmir’e taşıdım bir hikayeyi daha. Rüzgar, ten, sarsılış alışmışlar sesin kendini kaybettiği yüreğe. Gece devrilirken sabaha, sen hangi tarihi hatırlanır kılacaksın? İstanbul’dan dinleyebilseydik yüzyılların çıktığı mekanları. Benim için bir an ayırabilseydin içinde, ben toplayabildiğim tüm anları eklerdim seninkine. Keşke tereddütle tanışmamış olsaydım. İçime hapsetmezdim sevgimi. Martıyla salardım maviyi engine. İstanbul’a yaslanırdım seninle, omzunda bana yer açsaydın. Kırmızıyla, sarıyla, pembeyle, turuncuyla çarpıcı gözşenliği. Kendinde duramıyor hayata sığmayan. Manavın tezgahı şenleniyor renk panayırında. Portakal gösterişli yakalıyor gözlerimi. Ben beni sarana sığınıyorum. Gecelerime konuk olan şarkılarda teselli ediyorum yarınları. Sanki küçük bir kıza masal anlatıyorum. “Öykü” onun hayatı. Annemden miras bir beden, hep sordu neden.

İzmir, 12/04/2006

Yarınları Beklerken

Çarşamba, Nisan 12, 2006

Sorularım cevabını bir an için gözlerini kapayışının olmayı isteyişimde buldu.

Yalnızlığın Sınırı Sevgi

Yorgunum. Gözlerimi kapadım yine içime. Kelimelerimi yetiremiyorum artık gecelerime. Dile getirilemeyende, yalnızlığın sınırı sevgi. Uçsuz bucaksız bakışlardan çıkartılmış anlar, bir gülümseme tebessüm ettiren, bir derin öylesine sevdiren, bir öte can atarcasına paylaşılmak istenen. Zaman senin kadar çekici. Sürüklenense her zamanki gibi kendinden geçmiş geçici. Bir yürüyüş buluvermiş, ardını kovalayan sokağını. Adımlar almış başını gitmiş. Ayak seslerinde bir kızı sormuş hiç bırakmayan düşünceler. Sessizliği bir dilim ömür sakininden dinlemek ister misin, diye yinelemiş durmuş defalarca içi. Bir koku olur da sokulur musun yaşamın doldurduğu gezgin boşluğuma? Sızar mısın sende heyecanla başlayana? Cevap sesini aramış. Bir davetsiz burukluk yüklenmiş yüreğine. Sırtında şehri hissetmiş olanca gücüyle. Gözlerini açmaya cesaret edememiş. Teniyle buluşan üşüme hissinde kabul etmiş hayallerine yaslı salınan kayıkları. Huzur bulmuş, annesince sallanan bebek gibi. Uyku dolmuş gözlerine teslim olmuş, bir gün kandırıldığı masallarda olduğu gibi uyandırılıverir diye.

Çizgi omuzlarına sığınmış ne güzel. Bir dokunuş gizlemiş saçlarına gece. Bir anımsama kaçmış senden, hala bende. Bir düş anlatır durur. Ben de dinlerim bıkmadan. Kelimelere yer açamasa da cümlelerim, sadece gözlerimin ardı benim. Odam göğsüme dayanmış, nefes alışlarımda yalnızlığımı bana hatırlatıyor. Bir gün denizi martısı zamandan seni çıkartıyor. Yırtıcı çığlık boşluğu acıtıyor. Sanki hiç duyulamayacağına isyankar. Aynı zamana doğmuş yakalanmışların, biraz daha kalmak isteyişlerine aldırmayan yıllarda ben de kayboldum. Ben bu şarkıya ihanet ettim ya, çekeceğim geceleri üstüme. Bir bilinç kaşifinin ufku limana yaslanmış, günbatımlarında anlatıyor uzakların cazibesini. Kanatların özlediği keşifler haydi diyor. Haydi çık gel. İçimi aşan yolculuğun sorumluluğunu taşıyorum. Kalmanı istemeye hakkım var mı? Tıraş olurken ayna masal anlatmıyor. Zaman geçiyor.

Yorgunum. Hangi kelimelerimi istersin? Seni özler sözler. Şehir akıyor. Kumsal delicesine koşuyor denizle. Bense hala derin bir iç çekişim. Beni gözlerimde anlayabilir misin? Bir tesellinin çıplak ayaklarını yakalar mı serinlik? Hayat anımsatır mı büyüdüğünü sanan çocuklara? Unutulur muyuz gecenin içinde, yıldızlardan bir köşe seçerken. Yalnızlığımı bir an için sende bıraksam, saklar mısın? Yoksa sen de yasaklar mısın?

11/04/2006

İzmir Geceyarısını Geçiyor, Ya Sen?

Pazar, Nisan 02, 2006

Sesler Ormanı Seni Aldı

Sesler ormanı seni aldı, hayal oldun yapraklarında. Rüzgar sana dokunuyor, karıncalar koşuştururken uzaklarında, düşüncelerimdeki her adımında. Renkler gel bana diyor. Van Gelis içime akarken Voices albümünün şefkatli dokunuşunda, bir gözyaşı oluyorum düşüyorum hiç kıpırdamadan duran ağaçların arasına. Kararlılık Ormanı’nda yol alıyorum bir cumartesi sabahı. Yalnızlık paylaşılamaz, sessizlik duyulamaz. Geçmişe uzanan anıları ile köklüdür kararlılık ağacı, dalları esintide kıpırdasa da geleceğin esip gelişinde, bir anın sarsışında taviz vermez. Gece çöker, yıldızlar yağar o kararlıdır. Gündüz döner, koşar çiçeklere gün ışığının peşinde. O kararlıdır.
Ne çok üzülen var bu yolculukta. Ağacın korkuları vardır. Ağaç artık kelimelerinden çık lütfen der. Benim kanatlarım yok küçük kuş, uç git lütfen, bu bir masaldı bana konuşun der. Oyuncu dallarıma aşık olma. Senin yerin uzaklar , Kararlılık Ormanı’nın ardı. Küçük kuş kıskanır başka kuşları. Buruk kanat çırpışları ile biraz uzağa konar bakar. Öter ağaç duysun diye, ama sesi karışır seslere, duyulmaz olur, artık adı sessizliktir duyulamamanın. Nice denizleri uçar, şehir sokaklarını, hayatları, telaşlı koşuşturan kalabalıkları, akşam insanların doluştukları lokantaları, renklerle bezeli çiçekçileri, otobüs duraklarını, taksilerin sarı bekleyişlerini, sokak köpeklerinin havlamalarını, nice yaşam yansımalarını. Uçarcasına akar içine , Kararlılık Ormanı içinde. Kelimelerinde ailesi onun göremediklerini görür, görmek istemediklerini. Küçük kuşun kalbi yalnızdır, çırpınışları da kendi gibi küçüktür, güçsüz. Kelimeleri toplar bir yuva yapabilmek için ama herkes ona daha faydalı işlerle uğraşmasını öğütler. Çiçeklerin hikayesini anlatacağına bize kurtçuk bul getir der hayatın gerçek sesi. Karnımız tok bu fabla. İyi niyetlidir ormanın sesi. İyi niyetlidir baba kuş , onu itişlerinde düşmekten korktuğu geleceğe. İyi niyetlidir arkadaşları. İyi niyetlidir aşık olduğu ağaç denize bakarken.
Biliyorum biz bir yazıda yaşamıyoruz. Biliyorum gözlerim, ellerim, bende bir araya gelip benim yüzüme dönüşünce sende geçmiş oluyor. Beni kelimelerimle ve içimle sevemezsin. Arkadaşça bir ses, bana, madem içinde sevgi var neden onunla yetinmiyorsun, yani illa mektup yazıp o sevgiyi ilan etmen mi lazım diye sorduğunda bu sorunun cevabını bulabilmek amacıyla uçtum durdum düşünce okyanusumda, dev dalgalarımla boğuştum. Sesler ormanında sessizlik olmak ya da olmamak. Bir ses duyulamıyorsa zaten sessizliktir, seslerle gelen sessizlik. İnsan içiyle uçuyor ama içinde kendi duvarlarına çarpıyor. Bir el onu kafesinden tutup gezdirirken hayatın içinde , gözleri ötelere bakıyor. Küçük kuşu altın kafese , içine koymuşlar, o ne diyeceğini bilememiş. İki kafesin yakınlığında özgürlüğü hissetmiş ve orada kalmış zihni. Uçmayı seviyor, bazen sorumsuzca olsa da.
(Tarihsiz, muhtemelen 2003)

Geçmişin Sesi

Yazdıkların üzerine düşündüm. Belki ben yalnız kalmayı hak ediyorum. Çırpınışlarım güvenilmezliğim. Yorulunca bir sevgiye konmak özlemi, uçan kuşu her an havalanabileceği gerçeği ile güvenilmez kılıyor. Tutarsız davranışlarını o da anlayamıyor ama sonuçlarını bizzat yaşıyor yolculuğunda.
Bu bir beklenti mi ondan bile emin değilim, öyle bile olsa, bu konuda kaybolmuş biriyim. Biraz önce mutfakta idim. Nurdan Abla patlıcanları oyuyordu, akşam yemeği için. Biraz önce gerçek olanla birlikte idim. Oturup da tuşladığım bunca kelime, benim içim, hiç kimse görmedi ki onu, bir bedenden yola çıkıp onun gerçekliği kabul edilebilir mi? Kimse kimsenin içinde yaşayamaz. Bu belki de benim sana haksızlığım ve diğer bana yakınlaşma cesaretini gösterenlere ya da hatasına düşenlere. İyilik mi yapıyoruz ya da kötülük, ben de bilemiyorum. Karar verebilmek için bir takım ölçütler olmalı ama neye göre ölçebilir ki insan? Ben senin de sessizlik olmanı istemiyorum.
İçimde sevgi var neden onunla yetinemiyorum, neden hep paylaşmak istiyorum bu zor bir soru. İçimde unutulmaktan ve yalnız olmaktan korkuyorum da ondan. Birileri bana yaşadığımı bir şekilde hatırlatabilmeli, hissettirebilmeli. Yollar insanlarla dolu. Gelip geçiyorlar . Onlardan bir beklentim yok, bu doğru. Sokakta ıspanak satan kadından bir beklentim yok, mahallemizdeki söğüşçüden, manavdan bir beklentim yok ama onlar bana görsel bir ziyafet sunsalar da bir sarılış olamıyorlar içime , yalnızlığıma. Bir karşılık bekleyerek sevmiyorum aslında. Belki bir komün ortamında da mutlu olabilirdim. Tek kişilik bir hayatı oynamak bana zor geliyor. Ben dokunulmak istiyorum. Ayaklarıma geceleri çok kısa ömrümde bir hayat değsin istiyorum. Bunun adı Özge olsun , çekip gidecek olsa da bir ertesi sabah. Ama değerli biri olsun istiyorum bana karışacak. Evlenmek şu anda toplumun kabul ettiği aile şekli, o da bir gereklilik değil aslında. Ama ben çocukları seviyorum. Bazen oyun kurları bize öğretiliyor. Oynamak istiyorsak başka seçeneğimiz olamıyor. Atı çapraz oynadığında, zihin karışıyor ve toplum yanlış hamle, L şeklinde hareket edeceksin diyor. Özgeye sabah bir yazı daha gönderdim. Bundan ailemin haberi yok. Mektup olarak atsam da okumuyor olabilir. Silip atıyor olabilir, ben bunu bilemem. Ben paylaşmak istediğimi biliyorum ve paylaştığımı sanmak da mutluluk , sessizlik olmaktansa. Ses ulaşamıyorsa da sessizlik içinde kalmış kalmamış. Yazmak beklenti, yazmamak bir tavır. Ben ikisi arsında yazmayı tercih ediyorum. Ben ikisi de değilim, bunu biliyorum. Ben biliyorum ki ben güzel olanda heyecan duyuyorum yalnızlığımdan çıkışlarımda. Bunu aileme , hatta Özge’ye anlatabilmem zor ama senin beni bir nebze anladığını biliyorum. İnsan sessizliğine döndüğünde kafasında yaşıyor ve yarattığını seviyor, sevdiğinden kopuk. Ben bunun adı koşulsuz sevgi mi bilemiyorum. İnsan sevdiğinden habersiz yaşayabilir mi? Belki tanrıyı sever gibi sevmek, varlığı gözlemlenemese de, hissedilen yaşamın çeşitliliğinde. Her insan kendi hayatından ve davranışlarından sorumlu. Bir başkası ile ilişki boyutunda etkileşime girdiğinde bencillik düzleminde kaybolabiliyor. Ama sevgi merak ediyor, ne yapıyor diye, hasta mı, mutlu mu, ya da üzgün mü? Sessizlik bunları yanıtlayamıyor.
Ellerimi yorgun yüzümde gezdirdim. Basıncını hissettim varlığımın. Bunu başka bir elde de hissedebilmek güzel. Var olabilmek dokunuşlarda. Her insan yalnızdır doğru ama bir dokunuşta çıkabilir , ya da kandırılabilir. Gerçek sandığımız da bir yanılsama değil mi? Ben yanılmak özgürlüğümü yaşayabilmek istiyorum. İçimde ben haklıyım. Bu beni korkutuyor. Bu bir cinsellik mi, ya da vaz geçilemeyen bir zevk. Mutluluk ile haz arasında bence güçlü bir ilişki var. İnsan yalnızlığından çıkabildiğinde gerçek anlamda sevebiliyor diğer insanları, hayvanları, bitkileri. Gözler dönüşüyor bir gözün ardında. Bu benim yanılsamam olabilir. Kaos teorisi her kaotik yapının içinde düzensizliğin barındırdığı tekrarlanan bir desen vardır diye belirtiyor. Ben bir yol gösterici olabilir miyim, bunca karışık bir akıl ve duygular bütünlüğü ile bilemiyorum, desenlerim var mı farkında değilim. Paylaşmış olduğum çizimlerim gibi karmaşığım. Bilgisayarımın başında yalnızım. Sevdiklerimi kaybediyor, uzaklaştırıyorum. Kendime çekiliyorum, içsel çekimimde kelimelerle. Engel olamıyorum beni yutan karanlığa. Benden daha güçlü bir çekimi arıyorum parçalasın diye beni ve bana doğru akanı. Van Gelis beni sürüklüyor. Keşke güneşe çıkabilsem. Orada yalnız yürümesem. İçimdeki enerji saf mı, o kadar bulanık ki düşüncelerim. Ekte sana gönderdiğim Özge’ye yazmış olduğum yazı ne kadar gerçek bilemiyorum. Bunu seninle paylaşmam içimdeki saflığa zarar veriyor mu bilemiyorum. Açıklık ölçüsü ne olmalı, fayda ve paylaşım ilişkisi , sonuçları , müziğin güzel akışkanlığında omzuma dokunulmayışı ve ben, ben, ben hiç bitmeyen. Özge ile bir dağ patikasında yürüyebilme ihtimalini tükettik. O şu anda İzmir’de belki de döndü ama Narlıdere ormanı Kararlılık Ormanı oldu. Ben birlikte salata yiyebilme ve bir takım şeyleri paylaşabilme ihtimalini tüketmeyelim istiyorum. Ama sana acı da vermek istemiyorum kelimelerimle. Ben neden herkesi böyle bir açmaza sürüklüyorum çözemiyorum. Senin gibi Özge’de bocaladı dünyamdan çıkabilmek için.
Kendi düşüncelerimden çıkıp, biraz da başka kişilerin düşüncelerinde dolaşayım. İçime geçmişin sesini konuk edeyim başka yazarların dünyalarından. Ben senin sesini seviyorum, Özge’nin sessizliğine karışan sesini, Bilge’nin ve nicelerinin sesini. Bir de kendi sesimi sevebilsem ama onu sevmiyorum, o yalnızlık. Sessizlik de olsan değerli olacaksın, her içime düşen gibi. Şundan emin olabilirsin, seni yargılamıyor olacağım. Ben her zaman içimde olacağım, bir masalda. Bir gün birileri beni uyandırsın diye bekleyeceğim.

Sevgiler Ferit
04/10/2003

Paylaştığını Sanmak Da Güzel

Şu anda karnına kim dokunsun istersin diye sorsaydı bir cin , masal nasıl gelişirdi? Kelimelerinle yazabilirsin hayatı. Peki ya prensesin de bu masalda söz hakkı olduğunu, ne zaman öğreneceksin sevgili dostum? Uyuyan güzelin uyur gibi yaptığını ne zaman anlayacaksın? Sen içinde atını çılgınca koşturabilirsin uzanan sahiller boyunca güneşe, onun şahlanışında ve yere dönüşlerinde bir duygu selini hissedebilirsin kopup gelen seni kucaklayan göklerden. Bir takım ayak izlerini takip edebilirsin kumsalın umursamazlığında. Denizin geçmişi ve bıraktıklarını silişini izleyebilirsin. Atının teri sana karışabilir, gözleri ve yeleleri gibi. Bağırabilirsin, çığlığını dalgaların sesini bastırmak istercesine savurabilirsin ve boğulabilirsin sessizlikte kaybolan sesinde.
Bir müzikle yola çıktık yine. Ne ben ne de atlar gerçek. Ne de sahil. Bir anda bom boş bir odanın içinde bir sandalyeye oturdum. İçerisi karanlıktı, bir denizin dibi gibiydi tavan bir takım ışık oyunlarıyla. Gece mavisi içimde kıpırdanıyordu, atları uzak sahillerde unutmuştum. Koşuyor olmalıydılar özgürce. Karnıma dokundum. Sıcaklığımı , hala yaşadığımı hissettim. Bir dışım olduğunu hatırladım. Bu his içime düşerken bir çember oldum dışımla. Kuyruğunu kovalayan bir kedi oldum. Kaç kedinin gözü ile karşılaştın hayatında diye sordum kedi içime düşünce. Kaçı korkup da kaçıverdi park etmiş arabaların altına, ya da ağaçların dallarına? Seni tırmalayan kediyi sevmek istemiştin, ama yine de kedinin kendine has hareketleri senin ona kızmana engel oluyor, hatta anlaşılmaz bir şekilde seni mutlu ediyor, seni ona daha çok bağlıyor. Ön ayaklarını burnuna götürüşleri, gerinişleri , yan gelip arka ayağını yalayışları, yuvarlanışları, bir uçan sineği yakalama çabaları, oyunculuğu ona seni candan bağlıyor canın acısa da. Küçük bir kedi belki de seni birçok kişiden fazla anlamıştı. Bir zamanlar o da düşüncelerinin dışında telefonun kablolarının üzerinden atlayarak dolaşıyordu ve hadi oynayalım diyordu. İstemediğinde de, ona zorla süt içermek isteyişine direniyordu ve bağırıyordu. Sana ne çok şey anlatmak istedi anlamadığın. Onun küçük bir kutuya bile tırmanamazken , zamanla güçlenip koltuklara atlayışını gördün. Zamanla güçleniyoruz, yalnızlığımızda, ilişkilerimizde. Gerçek insanın dışında mıdır ya da içinde mi? Gerçeküstü müdür insan? Yazdıklarımın çok soyut olduğunu söyledi arkadaşım Hakan. Soyut bir kapı mıdır, içsel uçurumlara bir düşüş müdür?
Telefonum hiç de gerçeküstü gibi durmuyor , çalmayışı öyle olsa da. CD çalarım da gerçek gibi duruyor, içindeki Van Gelis’i bana sunuşu öyle olmasa da. her şeyin bir içi ve dışı var. Dönüyoruz işte. Atlar yorulmuş olmalılar. Makasım, kalemlerim, kitaplarım ve yalanları, odama düşen bir günışığının davetkar hadi gel çıkalım sızışı, bir beyaz plastik tabure ile buluşmasında ona hediye ettiği küçük gölge ile yine bir Pazar sabahı içimde.
Bir yerlerde bir yanlış yapıyorum. En son ne zaman ağladım? Annem öldüğünde ağlamadım. İnsanın içi sıcak olmalı, hiç soğuk gözyaşına rastlamadım. Bir okyanusta insan bir damla gözyaşını ayırt edebilir mi? Annemi unuttum kendi yolculuğumda. Anımsamalarım da bencil olduğum anlarda, yalnızlığımda. Atları unuttum. Sahili, maviyi bilgisayarımın başında. Kelimelerimden ve göz kapaklarımın ardından nefret ediyorum. Ama yine de dönüyorum. Van Gelis’in müziği ile yürüyoruz gerçeküstünü. Bir hayalin yüzü yoktur, sadece bir ruhu vardır onu yaşatandan kopan. Düşünceler gibi gezinir zamanlar ve mekanlar arasında, gerçeğe bir nefes mesafede. Sadece Atlantis değil tüm şehirler , tüm sokaklar kaybedilmiş insanın içine gömülmüş gizem olmuşlar.
Keşke yalnızlığım olmasaydı. Keşke bir sıcaklık ile uyanabilseydim. Keşke rüyalarımda koşan atı gördün mü diye sorabilseydim. Keşke cine verebilecek bir cevabım olsaydı. Bu nasıl bir oyun? Bu nasıl bir yol? Herkesi kaybediyorum içimi açışlarımda. Bu kadar açık olmam sanırım paylaştıklarımı bende eritiyor ve bendeki yalnızlığın bir parçası yapıyor. Anlıyorum ki tanrı da tek olmak istemezdi, iddia ettiği gibi. Uzaklığı olmasa var olamazdı, insanlar olmasa yaşayamazdı. Parçalanmak her halde hayatın doğasında. Bir gün küçük bir kız benim parçalarımdan bir baba yaratabilecek mi? Onun parçalarında ben okyanusun hangi gizemini yakalayacağım? İnsanlığın olasılıklar alanında yolculuk bir seçim alarak başlıyor. Seçimler kumsalında vahşi atlarımız koşturuyor hayatın içinde. Kelimeler de seçimlerim. Bir imge denizinde yelkenli mavinin huzurunu ve çalkantılarını seven. Bir pırıltı olup suyun yüzeyinde dans eden, paylaşılmak isteyen hayatın, içinde süzülen yelkenli bir öyküde yol alıyor. Korkular, kıskançlıklar, heyecanlar, tutkular, ve tanışılacak nice duygular bu yolculuğu zengin kılıyor. Gerçek ellerini saçlarına götürdü ve yalnızlığına döndü geceleri olduğu gibi. Onun anlaşılmazlığı burada gizli. Kalbinde yolculuk burada başlıyor. Sevgi burada tutsak. Daha fazla yazmamalı, bir ağaca dokunmalı günışığıyla, güneşin sıcaklığında. Kırlara uzanmalı, kekik kokularına, gerçeğe.
05/10/2003

Sahil Kasabası Düşleri

Kendimden korkuyorum gözlerimi kapadığımda. Bir takım şekiller görüyorum, havada asılı balonlar gibi salınan, birbirine sıkı sıkıya yapışmış. Yüzler çıkıyor arasından. Bir ışığın göz kapaklarımın ardında aldığı çeşitli renklerde, geometrik şekiller kayıklar gibi kıpırdanıyorlar sabırsızca. Derin derin nefes alıp verişlerime, uzaktaki bir ambulansın yırtıcı sireni karışıyor ve perdenin rüzgarla dans ettiğini zihnimde hatırlatan sesi. Van Gelis Prelude ile her şeyin farkındayım. Çekyatıma uzanmadan çıkartmış olduğum bir çift deri terliğin, açık balkon kapımdan esen rüzgara sarılmanın heyecanıyla yerinde duramayan mutlu perdemin yere düşen sürekli değişken aksinin, girişimlerinin, oyunlarının. Göz kapaklarımın ardındayım ama içimin ve dışımın farkındayım. Sadece hayal edebiliyorum Narlıdere’de açık olması muhtemel pencereyi, ardında olası bir uzanışı, göz kapaklarını. Artık birçok şey gibi bilemiyorum bir arabaya binip gidip gitmediğini Didim’e ya da başka şehirlere. Bir tek bildiğim göz kapaklarının ardında geceleri bir sevginin uyuduğunu içinde atan kalple. Tıpkı dışımdaki perde gibi kendince bir dili konuşuyor. Shiva’nın burnun sıcaklığını kıskanıyorum, göz kapaklarımın ardında. Kıskançlık bile masumiyet kazanıyor içine sevgi karışınca. Kelimeler dolar insanın yüreğine , bir rüzgarla perdenin masalında. Sadece çiçekler yok hayatta, sadece bir esintide geçmiyor zaman. İnsana düşen gerçek ama onun ötesinde başlayan da. Sen bana aldırma. Bir gün zihin de yorulur, kalp de. Güzel olan hayattır. Bir sığınılmış yamacın yeşilinde karanlığın içinde bir ağaç altıdır. Kaybedilmiş Simba’nın arayışlarındaki telaştır ve bulunuşunda paylaşılan rahatlık. Güzel bir geleceği müjdeleyen güzel olan yaşanmıştır ayrı dünyalarda da olsa. Yerçekimini Newton’un bile yaşayamayacağı güzellikler ile anlatan bir kendini bırakıştır. Birçok kişi jant kapağını kaybedebilir ama bu kaç kalpte bendeki anlamını kazanabilir. Herkes kendince anlar ve anlamaya devam edecektir. Boş sokaklarımda sen olmasan da , yaşattıkların yağmurla tanışan doğanın harikuladeliğinde seni en güzel şekilde bana yaşatacak. Bu benim göz kapaklarımın ardında kimsenin çalamayacağı bir hazine. Arasında bazen güzel müzikler dolaşıyor. Sevgi bir peri ,dokunduğunda dünya bir başka dönüyor. Kıskançlık insanın içsel hazineyi çalma girişimi. Bir sarılışın gözlerinde görülür ancak, içsel derinliklerin berrak sularında. Onu çalmaya çalışmak bozar büyülü birlikteliği. Su bulanır, zihin de. Bir sarılış da göz kapaklarının ardındadır.
05/10/2003

Sarmaş Dolaş İzmir Düşlerinden

Yine bir kızın candan kalp atışları olamadık bir başka gecenin hüznünde. Yine öğrenemedi bu aptal yürek nerede hata yaptığını. Gönül gözün de tembel her halde, hala anlayamadığına göre içine düşenleri. Yine ezgilerden ördük yalnızlığı, sıcaklık yine sadece parmaklarımın ucunda bir kelime. Yine derviş olduk bu sanal alemde, arayışlar hala mı nafile bu modern düzlemde? Güzelim İstanbul’da bir vapur ışıltılı, yalnız geçti yalnızlığımı. Boğaz köprüsünde birer inci olmuşlardı gelip geçen arabalar, parıltıları gecenin boynunda hayat ne güzel dedirtiyordu. Güzel olan hep hayata bağlamaz mı, ne kadar yalnızlığı yüze vursa da? Güzel olan hiç anlaşılamayan değil mi? Gizeminde açan acı da güzel olanda katlanılabilir değil mi? Fark edilemeseler de , nice göz ışıltılı gelip geçmedi mi bu güzelim boğazdan tıpkı arabalar gibi? Nice yürek karşı sahillere çarpmadı mı, ışığı yakalamış dalgalarda. Boğaz el ele tutuşmuş olanları da, içindeki yangınla kavrulanları da konuk etti güzelliğine. Ölümü seçenler de onda kayboldu. O hiç dinlemekten yorulmadı İstanbul masalını. Bir tarih gerdanında güneşi koynunda ısıttı. Camilerinin başı döndü sularında. Heybetli, gözlere uzandılar, gönüllere huzur oldular. Ne yalnızlar anladı, ne de birbirine karışmış nefesler akıp giden zaman gemilerini. İzmir biliyorum kıskanmaz seni. Beni uzakları sevmekle suçlar. Ben İstanbul’u terk ettim edeli, kaç kız üzdü beni? Biliyorum bana ah etmedin. Gidişler tercihler, iki aksin arasına sıkıştırılmış. Ne gelişte söz hakkımız vardı, ne de gidişte olacak. Bir aşk gibi geldik hayata, anlamadan ve bir terk ediliş gibi veda edeceğiz. O zaman anlam da kalmayacak, geçmiş gibi. Sırasını bekleyenlerde bir hatıra olacağız, gizemimizden çalabildiklerinde. Kimse İstanbul’u benim kadar anlamayacak, kimse benim kadar sevmeyecek. Kimse benim kadar kandırmayacak kendini, İstanbul’un incilerinde. Sarhoşlar çekilmezler gevezeliklerinde. Bunu İstanbul iyi anlar. Yalnızlığın dozunu kaçıranların çenesi düştüğünde, boşalan hikaye sel olur akar mekanda yakalanan esirlerin daralan yüreğine. Kendince konuşan uğultu olur yorgun kulakların kaçma isteğinde. Anlatır durur yaşanmamış yalanları, zihninden kaçanları. Bu bir inandırma çabası değil aslında. Yalnızların yalanları sevgileri kadar masumdur. Kendince sızıp giderler sızlanma makamında. Saz olur gönülleri, onu en iyi çalan kızların ellerinde. Yürek bir beste olur dillerinde, İstanbul İzmir yanılsamalarında. Sadece gelip geçen arabaları değil, gelip geçen hayatları içine aldı bu gönül. Anlamadığı kızlar gibi gitmelerine izin verdi, hayatın içine. O anda anlayan da , anlamayan da hayata karışmaktaydı. İstanbul kimilerinin kanatları altındaydı, kimilerinin özleminde. Yazarken bir elin gelip de sırtına dokunmayışı ne kadar ağır dostum. Bunu anlatabilir misin kelimelerinle? Anlatamıyorsan kelimelerinin kerameti nedir? Neden yazar durursun, hep aynı hikayeyi? Sana kimse inanmaz. Sen Bodrum’un beyaz kireçli evlerinde hayal görürsün, kızlar içinde dans ederken gerçekle. Onların yıldızlarla boyalı olduğu için beyaz olduğunu iddia edersin çocukça. Herkes senden akıllı, kandıramazsın kalp masallarınla. Çığlıkların içinden kurtulup da karışmıyor Allah’tan sokaklarına. Senin deli olduğuna inanmak isteyenleri haklı çıkarırdın. Kelimelerinde insanlara özgür olduğuna inandırmaya çalıştın. Ne özgür , ne de delisin. Sen bir yürek mahkumusun, düşüncelerini çek dur dostum. Çektikçe çekil geçmişe, zihin yorulana dek. Karanlığın sonu yok, bu bir iç okyanus. Işığın görünmeyen bir tebessüm peçesi, yüzünün karanlığında. Bir dokunuş sızıntısı sırtında. Sadece kendi ellerin var. Alnına dokunanın kendin olduğunu bilmek ile cezalandırdın kendini. Düşüncelerin bir kalbinin olduğunu anlatamadık sevdiklerimize. Sessizliğimizin de kalbinin olduğunu anlatamadık. Sadece bir dokunuş kadar anlaşılmak istedik. Bir hayat gibi geçmek istedik, insanca. Bir inci gibi parlamak, geçilip gidilişlerde. Bir gözyaşı özgürlüğü, bir gözyaşı ıslaklığı, bir gözyaşı masalı, insanca bir direniş, insanca bir sarsılış. İrkilip kendine geliş, insanca. Yalnızlığımın İstanbul’un sularından daha derin olduğunu iddia etmedim. Sadece bildim, insanca. Ben insanca geçtim sularını hayatın. Akışımda ahlaklı ve duru oldum. Bir el beni uzanıp da bulandırsın istedim. Dinginliğimi bir rüzgarla tanıştırsın istedim, benim de içimde oyuncu dalgalar olduğunu keşfetsin. Ben hiçbir şehri anladığımı iddia etmedim. Sadece gelip geçtim. Şehirler kadar yalnızsam, uzaksam, yalancı sokaklarım boş bil istedim. Bir ayak sesini hatırlayan adamın birinin ölümünde, dua edenler ne kadar anlayabilir göçüp giden gizemi. Mırıldanmalara dönüşen Arapça kelimeler gibi gitti annem. İyi niyetli idik ve yalnız. Mırıldandık, anlamadık, anlatamadık. Bir duaya doldurduk sevaplarımızı, insanca günahlarımızı sırrımıza katıp gittik. Açan sır çiçeklerimizde solan renkleri kelimelerle boyamak istedik çocukça. Kulağa hoş gelen bir müzik kadar masumduk tutkulu sevişlerimizde. Hep yalnızlık en büyük günah diye diye günahkar oldum. Bir başka gece, bir sırla uyanmayacağımı bile bile. Bir nefes içimdeki sırra eğilip de, hayatım demediğinde kim bilebilir paylaşılmak ve açığa çıkmak heyecanını? Üzerime doğan güneşlere caka satarcasına bir sırrın sıcaklığında gerinmek mutluluğundan yoksun kendimce haklıyım çırpınışlarımda. Sudan çıkmış balık gibiyim, akıp gitmek isteyişimde. Bir elin dokunuşu kadar deniz dolu hayat. Bir dokunuşta fırlatılışın, kurtuluşun haberi var. Sen iyi bir çocuksun, sen hassas bir çocuksun nidalarında benim yalnız bir çocuk olduğumu anlatamayacak kadar acizim. Dervişlerin gidiş ve yalnızlık olduklarını anladım. Gözlerim gerçekten bozuk, gerçeküstünü görüyor. Dervişler gidedursun gidişlerin sırrını aradılar.Kayboldular aşk dediler, tanrıyı yalnızlıkla boyadılar. Onlar bir sırra dokunmak isteyenler kadar cüretkar ve bir o kadar masumdu. Onlar bir aşk kadar anlaşılmaz, ve yalnızdılar. Geri kalanlar hep anladıklarını iddia ettiler, onlardan taşanlarda. Kaynayan ruhun yakıcılığından taşanda sırrın hissi vardır. Sır içine düşenle genişler, karmaşıklaşır. Sır tamamıyla paylaşılmaz. Bir kapı aralığından ürkek bakan çocuğun gözlerine düşende büyüyen kadardır. Bir hayat aralığından insana akanda, içeri gelsene diyen sesin içtenliği ve davetkarlığı kadar çekici, yalan ve özeldir. Sır, hayat gibi bir karşı konulamaz baştan çıkarıştır. Başa düşen çekilir. İçi sırlı insanlar, masaldırlar. Uyumadan önce size bir sır vereyim istedim. Belki anladınız yalnızlık içime dokundu. Bu da geçer hayat gibi. Yine bir Öykü doğdu gecemde. Bir Öykü içinde sır olmak istedim. Siz içi sırlı insanlar, benim kelimelerimden kaçanlarda neleri yakaladınız. Ben parçalarım değilim. Parçalanan yürek, saçılanda bir sır kadar açıktır. Ben bildiğimi iddia etmedim. Bilmek istediğim bir dokunuştan fazlası değil. Benim de sınırlarım var. Bazen gözlerim kadar uzak, bazen içim kadar derin. Yanlışlarım sınırlarımı şaşırmak ve karıştırmak isteyiş kadar masum ve küçük. Her içi sırlı insan gibi korunaklı dört duvarım, bir de yatağım var. Penceremin ardında korkularım var. Perdemi güvensizliğimden çekiyorum. Sanki kimse yalnızlığımı çalmasın der gibi kapımı kilitliyorum. İyi geceler İstanbul, iyi geceler İzmir, iyi geceler Bodrum ve iyi geceler yalnızlık. Beni başka bir güne uyandırın. Beni bekleyen sırlar var. İçi sırlı insanların yürekleri çarpıyor karşı zihinlere. Dalgalarım beni aşıyor. Gece beni aşıyor. İnsanca nefes alabildiğimce bu sırrı yaşayacağım. Gidişlerim dönüşlerim. Pervane, sarhoş hayat düştüğü yerde bir başka gece olur. Bir başka kız olur, bir başka aldatılış, bir başka affediliş. Bu Öykü hiç bitmez, dahil olan insanlarca zenginleşir ve hüzünlenir. Neşe serpiştirilir sabahlara güneşle. Bir kız ona sıcaklığını eklemese de yaşıyorum dercesine sıcak beden. İçinde yaşamış olduğu denizler engin, dağlar yüksek, nehirler hırçın, kızlar yıldız. O kimseyi inandıramasa da, içini beyaza boyadı Bodrum’da. Sırlar düş olduğunda, susayıp da yalnızlığınla uyandın mı hiç? Bir sıyrılış çarşafının arasından geceye karıştığında, dudağındaki ıslaklık bekleyişinin bir düş olduğunu yaşadın mı hiç? Her şeyin bir yıldönümü var ama yalnızlığımın yok. O yüzden ona çiçekler almıyorum. Yakında yalnızlığımla Almanya’ya gidiyoruz. Sınırlar ve İstanbul kanatlarımın altında, içi sırlı insanların farklı dilde konuştuğu topraklara. Anlamadığımda en azından kendimi kandırabilirim. Yeterince kelimem yok üzgünüm diyebilirim, bir dokunuş almaz mıydınız? Bu hayat tiryakisinin son çabası alınmaz dendiğinde, kendime gülüp geçebilirim. Saatin koşuşturması hadi artık uyu dercesine gözüme ilişti. Tamamlamam gereken çeviriler varken, yine yenik düştüm günah çıkarmalarıma. Siz aziz ve azizeler hala sıkılmadınız mı, bu günahkar kulun her gün tövbe edip de, aynı Öykü ile dönmesinden? Kendi gibi sıradan ilerliyor. Beni uyandırmayı unutma hayat. Daha yaşanacak çok şey var.

Sevgilerimle,

05/10/2004- İçi sırlı insanlar-sarmaş dolaş İzmir düşlerinden

Bir İşyeri Sorumsuzluğunda Beni Saran Duygular

İçinde İstanbul düşleri var ezgilerin. Bir huzur gibi örtüyor insanın üstünü sevgi. Bir daha uyanmayacak olsa da, aldırmaz gibi insanın içi. Gözleri anlamla dolduran bir liman, hem güven hem de yitirilmesi muhtemel özgürlük duygularıyla salınan tekneler ile bezeliydi uzaklara dokunuşunda. Bir gecemi hatırlanır kıldın. Yaşam kadar sıcak, sızdın içime. Gözlerinden uzaklaşan bakışlarda derinleşen duyguları tamamıyla anlayamasa da yüreğim, sanki içinde limanın ötesindeki fırtınalı bir deniz vardı. Ruhum seninle çalkalanmak, alt üst olmak istedi. Korkularında, kalp kırıklıklarında, acılarında ve sevinçlerinde yol almak istedi. Seninle akmak istedim şehrin ışıklarında sabaha kadar. Yüzündeki gizemli şehir masalları kadar zengindi anım. İçindeki, bak ben yaşıyorum hayat diyen kalp atışlarını, derin nefes alışlarını duymak güzeldi. Şu anda dinlemekte olduğum güzel saz semaileri gibi masal olunabilse. Tercüme edilmesi gereken metinler dururken, düşüncelerim omzuna başını yaslamakta. Yağmur damlalarının toprağa kavuşup da, insana buram buram sokuluşlarında, yeşilin güneşe uzanıp da gerinişinde, hislerde tüylerimin ürperip diken diken oluşunda, bir damla gözyaşında akan geçmişinin tenini sevişinde seninle buluşmak, bir dansa kaldırılış olan bu hayat adımlarında tatlı bir heyecan insanın içini saran. Saçlarına gömülen düşüncelerim, ilk kez seninkilere bu kadar yakındı. Aklından neler geçmekteydi bilemesem de, yanaklarının sıcaklığının, çenenin kıvrımlarının, kulaklarının yumuşaklığının ardında sen vardın. Evet, sen vardın dudaklarının ıslaklığında, hiçbir kelimenin anlatamayacağının anlattıklarında. Sadece yaşamı anlatan nefes kadar anlaşılmaz olmak istedim, aralanan dudaklarında. Adımlar olmak istedim, denizler, martılar, kahvaltılar, zili çalışlar, elinde meyve ve sebzelerle gelişler. Sende, ne kadar fakir olduğumu yaşadım, ne kadar acemi olduğumu. Bunun adı masumiyet değil, yalnızlık ve yaşamamışlıktı. Kelimelerimden korkar oldum, sözümü dinlemeyip anlatmak istemediklerimi anlatmalarından. Dün bu nedenle çok özeldi. Kelimelerimi ve geçmişimi geride bırakmış anın sessizliğinde senin nefesin idim. Senin saçımı okşayışlarında bir çocuk idim. Parmaklarım parmaklarına kenetlenmiş hayatı geçerken, sözünü dinleyip hiç elini bırakmamak istedim. Saçının telinin yüzüne dökülüşünde, ardındaki gözlerin ile karşılaşmalarımda, gözlerim bozuk olsa da, tanrıya senden kopan güzelliği bana yaşattığı için şükrettim. Yine sıradanlığa uyandım ama uyanmış olmak da güzel. İnsanlar akıyor, bizler akıyoruz, tıpkı bir göz yaşında olduğu gibi. İçimiz kadar yakın, bir o kadar uzağız. Bir kucaklanış kadar zenginiz. Bir ayrılış kadar hüzünlü. Bir gün batımı kadar özlem, kızıllığı kadar yangın. Hayat iki bedende doğduğu için bu kadar zengin olmalı. Yaşamda güçlenen yaşamlar, sarsılışlar, doğumlar, umutlar. Serpiştirilmiş insanlar içindekileri geçerken, düşüncelerimde sorular hiç eksik olmuyorlar. Dün ne sorularım , ne de cevapları vardı. Yapamayacağım diye haykırdığında, sadece bir an mantığım uyandı duygularımdan. Gözleri mahmur, sersem biri gibi tekrar düşlere dalmak istedim. İşe geldim, seni Cumartesim yaptım. Biliyorum bu korkutuyor seni. Senin gitmem gerekli deyişin gibi, benim de gitmem gerekliliğim. Kendine çıkmayan hayatlar. Yola çıkışlarda, kayboluşlar söz konusu olsa da, varışlar ve keşifler var. Farkında mısın, seninle ikinci kez kayboluyoruz. Bazen yalnızlık mı daha zor , terk edilmek mi diye soruyorum. Güzel bir geceyi armağan edip de, çekip giden bir kızın ardından üzülmek niye. Bu bir nankörlük mü? Onu bir yaşam sunduğu için takdir etmek varken, niye teşekkür etmeyip kıskanır insan, neden gideceğini bilmeyi armağan edemez kendine? Dün söylediklerinde haklıydın, yeterince cesur olmadığım konusunda. Tercihler okyanusumda bir gezgin şişe olup da, sahiline vurdum. Salınımlarım sonrası, ellerinde tekrar okyanusa fırlatılma korkusuyla açılamadım. İçimde mum ışıkları, penceremde aşağıda kaybolmakta olan bir şehir, yırtıp gideceğim İzmir gökyüzünü. Bir kuş kadar ürkek ve tedirgin konacağım yabancı ellere. Gözlerimde bir liman, bir kız ve bir hayat olacak. Dün senin uzaklarında neler vardı seninle paylaşmak isterdim. Beni baharı uyandıran yağmur gibi uyandır isterdim. Güneşle açan çiçek gibi, sıcaklığında beni açtır isterdim. Hayatımda çıplak ayaklı bir kız olsan, bir turkuazın güzelliğinden çıkıp da sırılsıklam yazıma karışsan, ölüme inat içime yaşam çiçekleri diksen. Dün öpücüklerin ıslaklığında, daha çok yağ diye dua ettim. Bir toprağın uyanışında seni daha çok içime , derinliklerime çekmek istedim. Yer altı suları gibi seni damarlarımda akıtabilmek coşkusuyla, bir kışın soğukluğunca baharı beklemiş gibiydim. Sana dün bana yaşattıkların için teşekkür ediyorum. Bu yolculuğa gereksinimim var. Yaşamaya ve kendimi bulmaya gidiyorum. Türk Ceza Kanunu’nu geride bırakıyorum, yargıçlarını, yaşayanları yaşayamadıkları için kıskanan ahlaklı insanları. Göğsünün inip çıkışlarında yaşam gülümsüyordu. Ben artık, düşüncelerimde ve düşlerimde yaşamak istemiyorum Banu. Bu yük taşıyamayacağım kadar ağır geliyor bana. Hayat sadece müziklerden, uzanışlardan ibaret değil, biliyorum. Ben hiç büyümeyecek miyim, bir güven olamayacak mıyım?Bir kızın ağlayışları ve sevinçleri kadar zengin olmayacak mı günlerim ve gecelerim? Ölmeden hep düşüncelerde mi olacağım? Bu benim gibi korkakların kaderi mi? İyi bir insan, hassas bir insan, ne çok sıfatım var.Heidelberg’e ayak bastığımda, beni bekleyen yağmurlarda Neckar nehrine bakıp da, yansımalarında gözlerim nasıl bir gerçekle buluşacak? Aksimde yaşamı görebilecek miyim? Sınırlarım bedenim mi olacak, yoksa uzaklarda, geride mi kalmış olacak?Kaldırım taşlarındaki ayak seslerimde bana nasıl bir hayat karışacak? Hepimiz korkularımızdan ve beklentilerimizden örülü insanlarız. Bir sevgi ağlarımıza dolansın istiyoruz ama bir yandan da onu öldürüyoruz. Bu çok zor bir yaşam dersi. Gözlerine konuk olanda mutlu ol. Ben biliyorum ki, güzelliğine dokunan hayat sende zenginleşiyor.

Sevgiyle kal,

09.10.2004 İzmir

Bir İşyeri Sorumsuzluğunda Beni Saran Duygular

Belki De İzmir'de Son Pazar

İzmir bir akşamüstü ile buluştuğunda, Kordon ışıklarını giyinmiş, denize sarılıyordu. Bir bardak biranın serinliğinde, hayatımız kalabalıktı. Venezia Cafe tanıdık yüzlü garsonlarının gülümsemelerinde, bir masada karşımda oturmuş tanıdık yüzlü bir kızı ağırlıyordu. İçinde koştukça, kaybolduğum bu kızla paylaştığımız ne çok keşke vardı. Yarın uyanıp uyanmayacak mıyız gibi emin değildik. Korkularımızın ve kararsızlıklarımızın yanına, bir ton balıklı salata, bir kalamar ve kızarmış patates söyledik. Garson bir rica üzerine fotoğraf çekerken, bu anı ölümsüzleştirmek lazım diye takıldığında, ben bir anı donduruyoruz diye geçiriyordum içimden. Bir fotoğrafın sıcaklığı yoktur. Yıllar sonra keşkeler albümünde belirip de, zihnin unuttuğu kareleri uyandırır geçmişten. Giyinik insanların çıplaklığı konuşması kadar doğal ve gerçekti, akışkanlığımız, arkadaşlığımız ve gecemiz. Kaçıp giden anlar gibi utangaçlığımız. Şehrin insanları, ne çok anlatıyorlar. Hiç susmuyor yalanları. Dokunamadığım yıldızlar gibi gecenin kelimeleri, uzak ve ışıltılı. Hep kelimelerde soyunmuyor muyuz, gerçeklerden? Ne kadar dürüstüz? Bir sessizlik kadar açık, bir dokunuş kadar içten kalsa gelecek. Küçükken de hep akşamüstüleri oyunun en güzel anında çağrılırdık eve. Yine benimle biraz daha fotoğrafçılık oynasın derken, gitmem gerekli dedi. Halbuki daha ne çok oyunlar oynayabilirdik, içimizin bizi çağırışlarında. Yine söz dinledik. Elimde, beni düşünmüş olması kadar değerli Vakko gömleğim, gülümseyerek kalktık bir başka geceden. Hava çok güzel , bugün yürüyüş yapabilir miyiz birlikte diye düşündüğüm pazar gününü kaplayan gökyüzü kadar maviydi bana almış olduğu gömlek. Gelmeyeceğini bildiğim kadar mavi. Hayat bana gelmese de, ona mutluluklar dilemeyi öğretiyor. Zihnim onunla yaşanmamış bir dağ gezintisini boyuyor içinde. Yaşanmışlardan çektiklerini ana, gelecekle tanıştırıyor, hayal aleminde, yaşanmamışla. Bir anda göz göze gelmek gibi, gelecekle geçmişin buluşması. Anlaşılması güç bir yakalanış. Tekrar yazmaya başlamış olmak beni korkutuyor. Biliyorum ki, içimle arkadaşlığım, benim yalnızlığım. Artık çıplak kalamayacağım için sevinmeliyim, sevdiğim kızın bana hediye etmiş olduğu mavi bir gömleğim var. Otobüsün gelmemesini beklerken, bir sarılışta saçlarıyla beni örtüşünde, bana en güzel anları hediye ediyordu çünkü içinden geliyordu. Bugün gelmeyişine aldırmıyorum çünkü ben içinden gelsin istiyorum. Hayatımda bir gömlek değil de, bir çıplaklık olsun istiyorum. Üzerinde sadece beni düşünüyor olması olsun istiyorum. Üzerinde sadece içi olsun. Saçları aklıma değil de, ellerime karışsa. Biliyorum zihnimden çıkıp gitme zamanı. İzmir ışıklarını giyine dursun, başka yalanlara uçma zamanı. Bir biranın serinliğinde, sevmiş olduğun kızları içine alma zamanı. Hayatla sarhoş olup, yalpalama zamanı. Bir bakışa tutunup, geceyi aşma zamanı. Hep giyinip kuşanıp yola çıkışlar, hep deniz kıyısına inmiş şehirler, hep yalnızlıklar. Gündüz gerçekler sekiz buçukta başlıyor. Oynamak istemediğim oyunlarda çok arkadaşım var. Oynamak istediğim oyunlarda da bir çok mızıkçı.Boşaldıkça gelecek , geçmişi dolduruyor garson. Dudaklarımda bir an olan ıslaklığın, hatıralarıma işlenen yaşamın tadı. Neden düşüncelerin gitmesi gerekmiyor? Neden bugün, hakim bir kayanın ağaçlarla kaplı karşı sırtları selamlayışında, sen gündüzüm ol istedim? Senin hayatını boyamaya çalışmak haksızlık ve sensizlik. Sende kalanı severken, sende kalmanı öğrenmek neden bu kadar zor? Neden bir termosa sıcak bir çay koyup da, avuçlarındaki boş bir bardağa hayatı doldurmak istedim? Zor ve güzel patikalardan seni götürüp, yorulmanı ve omzuma başıma yaslamanı istedim. Aslında gelemeyeceğiminin ardına birçok güzel şeyi gizledim, gelemeyeceğini bile bile, bir ihtimal gelirsin diye. Seni bir dağ rüyası ile tanıştırmaktı dileğim. İzmir körfezine bir vadi aralığından utangaçça bakan ağaçlar olduğunu gösterecektim sana. Kerpiç evlerin kalıntılarının arasında güzel hatıraların açabileceğini yaşatacaktım. Hayat bana tercihler kadar güçsüz ve özgür olduğumu hala öğretemedi. Bir kuşun tercihinde mutlu olmayı, kanatlanışından düşenle yetinmeyi öğretemedi. Mavi gömleğimde bir an olsun uçtuğun için teşekkürler.

Sevgilerle,

10/10/2004-Belki de İzmir’de Son Pazar



Arada Gelirler Kelimeler

Sana neden diye sormama gerek var mı? Artık ne önemi var ki anlaşılamamak haklılıklarımızın? İçinde dinlenecek sessizlikleri olmayan insanlardan olduk, sürekli anlatmaya çalışma çabalarımızda. Sadece bir bakışta, bir dokunuşta buluşulamıyorsak artık, değil mi zamanı ayrılmanın? Öyle anlar var ki, kelimelerim sanki bana ait değiller. Öyle anlar var ki, neden diye sormayı kenara bırakamıyorum. Öyle anlar var ki, oldukça yalnızım. Korkuyorum diye itiraf edebiliyorum da, yine de bırakamıyorum kendimi özgürce yaşamın akışına. Hep birileri haklı çıkıyor işte. Bir küçük balıkçı kayığı bazen beni huzurlu kılıyor, aralarında kaybolduğum, tanımadığım insanlar ile bazen oyalanıyorum, bazen de dalıp gidiyorum içimde, dinlemekte olduğum müziklerde. Kolları boynuna dolansın istersin ya, bir şeyler yazıyor olmamak, ama yine de tuşlarına sarıldığın klavyenin başında bulursun kendini. Bu kendini haklı çıkarma oyunlarında üzgünsen, anlamalısın ki kelimelerinin şekil verdiği cümlelerin boşuna. Sessizliğin bir heyecan ile, bir gülümseme ile dolmuyorsa sadece susmalısın. Sana hep bir şeyleri hatırlatıyorsa, ama hiç unutturmuyorsa, artık anlamalısın ama ağlamamalısın. Artık göğsüne sığdıramadığın yüreğinde sevgiyle beklemelisin candan bir sarılışı. Zaman da bir gün gözlerinden sıkılacak. Ölümde buluşana dek insanlar, hep bir ürkekliğin sakinleri. Hani hayatına güzel bir kız çıkar ya ansızın, bir metroya binivermiştir nedendir bilinmez. Sen de karşılaşıvermişsindir bir tesadüfte. Yakalanmışsındır bir duyguya, hakkında hiçbir şey bilmediğin hayata düşercesine. Bir yolculuğu anlamlandırdınız demek ister düşüncelerin, ama cesaret edemezsin açılmaya hayatın duraklarında tutamayacağını bildiğin kıza. Çıkıp gider bir ihtimalden, sen kendinde kalırsın, dile getiremediğin duygularında. Hayatın tortuları, çıkıp giden kızlar. Yüreğin sevginin toprağı. Kimse bilmez hayatından kaç iç çekişin geçtiğini. Bir tek ne kadar efendi olduklarını bilirler, bir de ne kadar dürüst ve yalnız olduklarını.Biz de yorgun insanlar gibi biniyoruz metroya. Cama yansımalarımıza dalıp, çevreyi konuk ediyoruz arka planımıza. Gözlerimiz arada ne güzel kız diyor. Lütfen trenden ininiz diyor sonra bir ses. Lütfen bir gökyüzünün altında kaybolanlara çıkan, size korkaklıklarınızı hatırlatan merdivenlere doğru yürüyünüz. Size eşlik eden aynı düşüncelerle, şaşıp kalınız. Ahlaklı ve şaşkın güvercinlerin arasında hayata karışınız Üçyol’da.

13/06/2005

Arada gelirler, kelimeler

Babalar Günü

Paylaşmayı seven bir insan olarak, daha da yaklaşmak için attığım her adımımı, yorucu bir kovalayışa dönüştüren kızların peşinde kendime sormakta olduğum sorular, kendimle geçirilen yalnızlık rüyalarını hiç aralamamış olan dokunuşlar, alıp da nereye götürüyor beni? Belki de bir oyunun ardı yok. İçinde buluşulan anlar; daha fazlası olmayan bir deniz; günbatımı tebessümlerinde güneşin insana huzur veren, dönüşü içinde müjdeli gidişi; özlemi duyulan bir uzanış zamana, dünya kendince dönerken, benimle, tek başına kalışlarda.
Ritimlerin ardında ne var, Akdeniz mi? Bir hayranlığa kaç ruh yakalandı acaba sularında. Kumsaldaki bir ayak izi gibi, çaresizce tutunmaya çalışan, yitip gidende, bir dansı unutmamak için tüm gücüyle, boşuna direnen, akşam güneşinin tenini okşamasıyla umutlanıp, bir çılgınlığa nefes nefese koşan, dalgalara inat, silinene aldırmaksızın rüzgarla sarhoş olan, delicesine kollarını göğe açan, yağdırdığı kuşlarına gözlerinde çarpan yansıyan, bir avuç suyun ıslatışının parmaklarının arasından akıp gidişinde, serinliğinin o andaki denizden kopuşunda, ben yaşıyorum diyen, tüyleri diken diken olurken, bir daha ben yaşıyorum diye kendini inandırmak istercesine tekrarlayan, ansızın bir diz çöküşünde dünyasının döndüğünü anlayan, kendini mütevazı bir şekilde akışın merkezine koyan, kendine sokulanda, mavide, beyazın dalgaları sevişinde, gitarın anlatmak istediklerinde, bir tatta, aslalarda, belkilerde, insan oluşta, kendine dönüşlerde hep adımları yaşayan, başını kaldırıp da bir bakışta, bir elin uzanıp da yüzüne dokunuşunun eksikliğini hisseden, Gipsy Kings’in yüreklendiren parçalarında bu toprakların tutkulu aşkında, yeşili sarınan, rengarenk taşları takip edip denize giren Kalamaki’de sürekli arasa da, belki daha da fazlası yok, sadece bir teşekkür ve biraz da yalnızlık galiba diyen bir yürek atışı var Babalar Günü’nde Cumartesi kelimelerini toplayan.
Dün Sahilevleri’nde Deniz Komutanlığı’nda sanki başka bir dünyada idim, bir başka İzmir’de. Ege sevildiğini hissediyordu, onu yalnız bırakmayanların pervane oluşlarında. Martılar da çıkıp gelmişti serinliğe. Bir günbatımı kadar yakındık hayata. Rüzgarın şiddetinde uyandık, kendimize geldik,sarsıldık, yaşıyoruz dedik minnetle, bir bardak biranın kokusunda, serinliğinde, bir dostun içtenliğinde, gülümsemesinde. Belki de bir oyunun ardı yok. Nasıl olsa çağrılacağız, dönüşü olmayan bir günbatımında. Müzikler ruhumu dolduruyor. Yol alıyoruz yelkenler fora, Akdeniz’de.
Babam öyle diyor ! Babanızı unutmayın, ama Gipsy Kings’in bir albümünü de hediye etmek zorunda değilsiniz. İçten bir sarılışta babanızı Akdeniz’e götürebilirsiniz, kendi müziğinizde. Bir seslenişe sarılmış hatırlayışta geçmişi geleceğe taşıyan bir rüzgar olabilirsiniz.

Sevgiler,

12/06/2005


Cumartesi, Nisan 01, 2006

Öyle Anlar Vardır Ki

Öyle anlar var ki, insan o andaki duygularının rehberliğinde kelimelerden bir görüntü örüyor, becerebildiğince. Beklenmeyen bir telefon görüşmesi sonrası, akış içinde artık nerede olduğunu bilmeyen bir ruh, nerede durması gerektiğini, seyrin varacağı limanları kestiremese de, tercihler okyanusunda bir yönün gizemli yolcusu. Karşılaşmaların ona anlatabildiğince zengin, ne haklı ne de haksız, merhaba diyor güneşin hala onu uyandırdığı her günde, denize, ona eşlik eden sokaklara. Gönderilmemiş mektuplar, iyi ki de gönderilmemiş olmalılar ki, bir başka anlatıyorlar geçmişi geçen zaman sonrasında okunduklarında. Her karesinde hayatın, insan kendine dışarıdan bir farklı bakıyor. Duygularını içine koyduğun, küçük kağıt parçalarını, çocukça bir gemi yapıp salıverebiliyorsan zamana, anlıyorsun ki, bu yolculuk kişiye özel, tıpkı her müziğin farklı dokunduğu gibi insana. Arkadaşımın bana dinlemem için vermiş olduğu ‘Eternity and a Day’ albümündeki sonsuzluk temasının işlenişi de, belki bu nedenle farklı okşuyor içimi. Bir gün, sonsuzluğa koşan insan deneyimlerinde, farklı yaşanıyor. Ne çok insan, ne kadar farklı korkular, sevinçler, hayal kırıklıkları var. Hepsi de kendince özel. Hepsi kendilerinde saklı. Bir denize sarılı yalın kıpırtılara bakar gibi, irdelemeksizin huzurla dolabilmek ve gözlerinde alçalıp yükselen martıların kanatlarında, gözünde büyüttüğün hayatında, diğer insanların da aynı hislerde olabileceğini düşünmek, artık aldırmamak söylenenlere, beklentilere, yine becerebildiğince, yine kendince. Artık bir martıya gülümser gibi bakıyorum geçmişime, artık saklamak istemiyorum, biriktirdiklerim, içinde, doğası gereği bir saklayıştan kaçamasa da, içine doğduğum kültürümün bana taşıdıklarında, ben de basamak oluyorum yaşadıklarımla. Her tortuda sanırım farklılaştım. Bulup çıkarmıyorum üzüntülerimi, sevinçlerimi. Sadece bir yaşam hissine sardım artık, bana değin geleni. Artık anladım ki, benim adımlarım hayatın içinde. Artık anladım ki, çok da farklı değiliz. Artık anladım ki, insan yüreğinde yanılmıyor. Değer verişin de, değer verilişin de kendince tutarlı, sade bir dili var. Ne kelimeler, ne de oyunlar o kadar gerçek. Bir gerçek ki hayatın nadir anlarında, sessizlikte yaşanan, insana artık kendini kandırmamasını anlatıyor. Yeri geliyor insan ruhunda delicesine sevildiğini, yeri geliyor yalnızlığı anlıyor, tıpkı artık sevilmediğini anladığı anlarda olduğu gibi. Tıpkı evcil martı görmediği gibi, artık sitem etmiyor güzel gökyüzüne. Müzik dinlerken, bir oyuncu kuş çıkıp geliverirse bahçesine, ürküp kaçabileceğinin bilincinde, pek de temkinli değil aslında, onun varlığının getirdiklerini sevebilmeyi öğreniyor. Gidişlerin bıraktığı boşluğun, bir başka heyecan için alan açtığını görüyor, paylaşılanı rengine katan maviye kızmıyor artık. Kendisinin de kanatlarının olduğunun farkında İzmir’i anlıyor. Karışabildiğince şehri sevdiğini, kendine kattıklarında, şehre katıldığını keşfediyor. Tüm aldıklarına rağmen bu şehre bir şeyleri verirken, onun yaşam kadar geniş olduğunun farkında, müteşekkirim bana sunduklarına. Eleni Karaindrou sonsuzluğu ve ayrılığı defalarca yorumlarken, bizi hayatın içine çekiyor, kendisine. Biz de onun sonsuzluğuna, içimizin sınırsızlığınca katılıyoruz. Müziğin erişebildiğince derinlerimize dokunup, hayata daha farklı çıkıyoruz. Bir andan ayrılırken diğer anda sonsuzluk ile tanışıyoruz. Birbirlerine o kadar yakınlar ki, ve o kadar uzak. Zaten sonsuzluk da, içimden geldiğince, iki an arasındaki mesafe. Derleyebildiğince sonsuzlukta, sana iyi yolculuklar. Müziklerin senin için araladıklarında, sen de bir öyküsün milyarlarcası gibi. Hayatın hatırlamak gibi bir kaygısı yok, zaten dizim de baş döndürücü şekilde sınırsız. Ben de, kendi öykümde hala iddia etmiyorum doğrular olduğunu, sadece güneşle gelende, denizde, içimde çarpanda, çiçekte, hayata çıkanda, kapanacak kapılara dikkat ederken, metroda, bir ihtimalde, bir anda, ansızın, aralarda hep içime dolan müzikte gizeme kabul ediliyorum. Asırları aşmış olan insan ekininde, doğmuş olduğum zamana bir film müziğinin büyülü sızışında, hem ışığı hem de karanlığı yaşamış olmanın mutluluğuyla yol alıyorum. Bir limanı anlatan martıların da fazla söyleyebilecekleri yok, sahile çarpıp dağılan dalgaların beyaz köpüklerinin coşkusu hakkında. Kendi payımızca ıslanabilmek, bir sesin ardında kendimize hala yer açabilmek, var olabilmek, özetle olmak ya da olmamak, Shakespeare’in kelimelere katabildiğince, biz insanlığın ona sevgiyle ekleyebildiğince. Dün günbatımında,gemilerin ardında yiten kırmızının canlılığında, Kordon’da sonsuzluğu kendimce yorumladım. Belki bir gün bir başka küçük sonsuzluk elimden tutuyor olacak, ona da anlatacaklarım olmalı, onun da bana anlatacakları. İşte öylesine bir insan masalı. Tarihin kovaladığı sokaklarda duyulan, bir çocuk çığlığı, neşeli, hayretler içinde, hiç ölmeyecekmiş gibi gamsız. İşte bir andan diğerine sıçrayan zamanlarda çocukça bir oyun. Bir martı gibi geçen bir ömür, bir deniz gibi bir hâlden diğerine geçişte, kendini anlayışta sığınılan muhteşemlik. Kimsenin bir gönülden başka doğrusu yok, yanılmadığı anlarda. Yeter ki sadece hayat karışsın, başkaları değil.


14/06/2005

İzmir’de bir gün,
Eleni Karaindrou’nun sonsuzluğunda,
Erdem Ferit Başkaya

Benim Ardımdaki Bir İzmir'den

Artık umursamadığını biliyorum. Zaten hep de böyle oldu. Bu ne ilk, belki ne de sonuncu. Gerçekten istemiş olmak da önemli değil, ya da senin hiç istememiş olman. Ben nice yıllara çıkıyorum, daha bir kendimim aldırmayışların yıldıramadığı içimde. Kendime sakladıklarım da var, hiçbir zaman içimde tutamamış olduklarım gibi. Yalnızlığımı kimse çalmasın istiyorum. Gecem bana kalsın. Ben gülümsememe çekiliyorum, düşlerime. Önemsemediğin duygularımı, bir yaz akşamında İzmir’e gizliyorum. Hala düşünülüyorsun ama zaman seni de unutturacak. Kelimelere kaldırılmış duygularda, tarih yazılanda anımsasa da, hayat geçip gidende, yeni başlangıçlarda ardına bakmayacak. Sen de kaldırılıyorsun anılara, güzel bir melodinin tekrar tekrar içime sızışında. Bu bir sitem değil, sadece içine biraz burukluk katılmış canı yanmışlık. Derin bir nefes alışla gelen bir şehir, içime sığmayan bir gece, bir ten serinliğe teşekkür eden, yine de benimleyse eğer, her şeye rağmen, artık umursamadığını biliyorum hikayesini bir kez daha yazarken, daha fazla ne söyleyebilirim ki. Artık ne kadar anlamamakta direnebilirim. Denize katılmış karanlık, nasıl düşlerime dayanıyorsa sıralanmış apartmanların ardında,sen de hiç uğranılmamış bir başka sokağın giziyken, ben ne kadar aralamaya çalışabilirim ki seni. Aynı gecenin içinde, sana da bir yer seçtim düşüncelerimde. Binlerce İzmirli gibi, gözlerini kapayışın eşiğinde, içime dolanda hem hayata hem yalnızlığa hayretle bakıyorum. Ne kendime inanabiliyorum artık, ne de diziverdiğim kelimelerime. Böyle de olmuyor, karamsar da değilim ama böyle olmuyor. Çeşme gecemin ardında. İnsanlar dans ediyor olmalılar. Bu nasıl bir gizem ki, nasıl bir arayış? Güzel bir aldanış, gerçek kadar yanıltıcı. Bir kızla bencileyin. Benim kadar yaşam dolu bir sessizlik, gece şehrin sokaklarını dolaşıyor. Artık umursamadığını biliyorum. Her gece bana çıkıyor da, sen karışmıyorsun ellerime. Birkaç kelimede yazdım, sessiz ve sensiz bir iyi geceleri.

Benim ardımdaki bir İzmir’den
04/07/2005- 00,30

Kanatlarımda Hatıralar

Adı Özge’ydi, bir akşam serinliğinde, denize karanlık boyunca uzanmış bir ürpertide beklenendi. Bir kumsalın soğuk kumlarında geceydi, çıplak ayakların anlattıklarında. Adına özgürlük demişti beni terk edişinin. Hep haklıydı gecenin ışıklarının ardında yaşayan hikayeye aldırmaksızın. Bir bakıyorsun yaşlanıvermişsin denize bakarken. Bir iç çekişte sanki yıllar geçivermiş. Rüzgar hep yüzünü okşamış, sorular ruhundan hiç eksik olmamış. Ufuktan hiç çıkartamamışsın cevaplarını, sadece bir tebessüm ile dönmüşsün geriye. Yağmur sonbaharda, farklı renkleri takınmış ağaçların yaprakları ile buluşmuşken, sen düşüncelerinde tekrar yola çıkmışsın bilinmeyene. Mevsimlerle zenginleşen gizemde, içinde açıveren kadar umut verici hayat. Her gece kendime döndüğümde, inanılmaz bir kendimi kandırıştan yorgun, müziğe sarılıyorum, beni onarsın diye. İçimi anlatmayan bir yüz, bedenimi yaşatmak için acı çeken ruhuma katlanıyor bu kapitalizm oyununda.
Gönül kaybedilene dönmek istemese de, izlerde kendinde neyin yittiğini sorguluyor. Sanki farkında olmadığın bir şeyler çalınmış gibi senden. Bu gidende değil, kalanda. Çalınıp da , içine bulamayacağın bir yere fırlatılıp atılmış sanki. Göremeyeceğin kadar derinlerinden ben buradayım diyor, seni hafif huzursuz edercesine. Yüzeydeki kıpırtılarda, arayış hep huzursuz. Fırtınanın sesinde bir dinginlik var. Doğanın bu uyumlu sokuluşunda, isyankar insanın titreyişleri bir seçim. İnsan oluşun yalnızlığı, birey olmanın bedeli. Sokakları heyecanlı şehirlerde kaybolmak isteyiş de, dalıvermek hayallere. İzmir bir iyi bayramlar deyiş.
Karşına çıkan kızların adı Ayşegül oluyor yada başka isimler. Geçip gidişlerde sadece korkuların değil, seni sessiz kılan. Sanki derinlerden bir ses seni çekiyor çekincelerine. İstemediğim bir davranışı mı pekiştiriyorum diye hep soruyorum, yazarken. Yalnızlık kelimesini anmayacaktım oysa. Dizginleriyle tanışmış bir at misali, koşmak hep bir çılgınlık. Kendisiyle yarışan bu içten geliş, bir sonsuza açılış. Yağmur, gün gelecek unutacak hikayelerini ve kokusunda merhaba diyecek başka tekrarlara. Halbuki hayat bir denizi hissetmek kadar yalın. Bir el omzuna hafifçe dokunduğunda, sende sonlanan başlangıçlar kadar sade. İçine dolanda, durduğun nokta seni bağlıyor uzanmışlığa. Bu sonsuzluğu bir seste karşılamak isteği belki de kaybolmadığını hissetme gereksiniminden. Savruluşlarda bir bakışın seni tuttuğunu bilmek, aradığın bir güven duygusu, uğruna özgürlük masalını feda edebileceğin. Bir gitar ezgisinin içinde olmasını istediğin gülümsemelerden yoksun bir bayram sabahını karşılarken, yine şehri içine çağırıyorsan, bil ki yalnızsın. Bu bir sitem değil, sadece bir hayıflanma yada sonu gelmeyen bir haykırış, diz çöküş. Hayat hep güzeldi, hep de bakımlı olacak, ondan kaçamayan bakışlarda. Deniz herkese sarılacak. Tüm nankörlüğümüze karşın doğa kuş seslerinde öldürdüğümüz geleceğe ulaşacak. Hala bir kuş kanatlarıyla göğümü aralayabiliyorsa bir vapura yaslanmış, ben her sabah yaşamaya değer diyorum. Gidenlerin boşluğunda kelimelerimle duygularımı karşılarken, bu diyalogda, gökyüzü olmayan bir muhabbet kuşu gibi kendimle konuşuyorum. Bu kafes benim mi? Bu deniz?
Yağmurun sevincinde ıslanacağız. Bugün çiseleyen günaydınla gün ışığında milyarlarca ev sahibinden birisiydim. Akanı konuk ettim yaşamanın coşkusunda. Bazen sadece hayatı dinlemek en güzeli. Konuştukça hep yanılıyor, aldanıyor ve aldatıyorsun. Twister film müziklerinde fırtına sesinde tutkulu bir esiş var. Her şey hayata dair. Adı yok geçenlerin, sadece dokunuşlarından armağanlar var. Bir piyanonun tuşlarında dile gelen teşekkür gibi cesaret verici duygularda insan bir o kadar daha insan. İzmir’i sevmek gibi, sahil kayıklarındaki salınım. Kordon’a dizilmiş masalar, akşam üstülerinin kalabalıkla buluşmasının sırdaşları. Kendimle baş başa kalışlarımda , içimi dinliyorum. Kendimi bir günün yanılsamalarından arındırıyorum. Ruhum hep dolaşmak istiyor. Dolaşan zincirler benim. Sınırlar gözlerimin ötesi. İçimdeki ürperti samimiyetim. Tüylerimin diken diken oluşunda hissettiğim değerli üşüme hissi heyecanım. Bir vapurun iskeleden sıyrılışında sevinişim, bu şehre geceleri sığdıramadıklarım. Adımlar, anlar, insanlar hep bir karışma. Metroya çıkan yürüyüş, merakla dokunduğum bir insan selinin kabulü. Gözler benim oyunculuğum. Bir kedi edasıyla dolaşırken hayat içinde, esaretim de, tek başıma oluşum da bencileyin. Işıkların sokaklara çıktığı pencereler de benim hikayemin can damarları. Bir oluşun kaynağında kana kana içilen hayat ile bir oh deyiş, en güzel iyi bayramlar temennisi olsa gerek. Bir orman ile yaşlanabilmek, göğü anlayabilmek olsa gerek. Yaprakların çırpınışındaki ses zenginliği geleceğe çağrı olsa gerek. Denizle gelen İzmir güzel sıfatını hak ediyor. Her şeye rağmen bu şehirle işlendi sevinç ve kaygılarım. Bu şehre annemi verdim. Ben insanlığa dokunan şehirleri getirdikleri hikayelerde seviyorum. Bir masa, bir sandalye ve kışlıklarını giymiş bir uzanış Pasaport iskelesinde. Bir bardak çayın sıcaklığında deniz hala beni bekliyor. Gözlerimin yakaladığı gemilerde, adı olmayanın başka limanları var, uğranılacak; benimse aldırmamak üzerine almış olduğum dersler. Bir martıyı kovalasa da satırlarım, ona erişemeyeceğim bir uzakta, Karşıyaka semalarım. Bir çay kaşığının sesiyle haşır neşir, büyüme masalının sakinleri daha çok anlatırlar. Bu yalan hiç bitmez. Kanatlarımda hatıralar hiç tükenmez. Yeter ki sen bana sarıl deniz, gerisi hikaye. Ben ismimden çıkıp sana geliyorum niceleri gibi. Bu kayboluş aslında tam bir sevgiyle varoluş. Vicdan sende değerlenende. Acı da senin kattıklarında tükenmeyen iç hesaplaşmalarda. Değer yaratmak varken hala paranın esiriyiz. Bir mandalina kokusunu çalıp da bahçelerinden, yazlıklar dizdik gerdanına. Şirin bahçeli evleri çaldık kuşlarından. Kordon’u mahrum ettik şakımalardan. Kaybetmeyi öğreniyoruz ama derinlerden bir ses bizi rahatsız ediyor. Bu sarsılış ile eve dönüşlerin ne faydası var. Geleceğe taşınıyoruz geçmişten. Derinlerden bir kültür fışkırıyor. Aldığı şekilde İzmir yine bir çiçek. Üçyol’da, Karabağlar çıkışındaki çiçekçinin gülümsemesine karışan renk cümbüşünde, soğuğu yenen paylaşılan sıcaklıkta dönüşüyoruz. Bu masal tüm güzelliği ile bizim, tıpkı şehrin nazlı vapurları gibi.

İyi bayramlar İzmir.


Kanatlarımda Hatıralar

03/11/2005
İzmir

Masa Lambası Sakinlerinden Masallar

Hayal gücünde soğuğu hissedebiliyor musun? Zamanı içinle paylaşıyorsun. Göz kapaklarının ardından çıkarttığın imgeleri, birer balık misali fırlatıveriyorsun bir kağıt parçasına. Çırpınan için mi, yoksa zaman mı? Gece oluverdi düşüncelerinde, yazılanlar kağıt üzerinde.Gitarın ezgileri bir içinde, bir içinden ötede. Kelimelerine sana dokunuşlarında yansıyorlar. Bu sana özel ışıltı belki gözlerinde kendini belli edebilir. İçin gibi duyulmayan bir paylaşım. Derinlik dalışların isyanı. Ana dönüşlerinin ardında, geçmişe uğrayışlar var. Birkaç kelimeye sığınışta, anlatılamayanın hikayesi müzik dinliyor. Masa lambası sakinlerinden masallar devam ediyor. Bir masanız olsa kimleri davet ederdiniz? Bir masanın ayaklarına çarpan dalgalarla, fırtınalı gökyüzünü tuval yapmak delilik mi? Doğanın geceyi örtünüşünü, denizin kıyıları kovalayışını, uçakların hayalleri aşışını düşlemek yalnızlık mı? Bulutların üzerinde, uzaklaşan İzmir’in ışıklarını geride bırakırken, kuşların coşkusunu anlayabilmenin sevincini içine atabilmiş olmak zenginlik değil mi? Bir tebessümle bu hayatın bizler için gizlediklerini, bir çocuğun tüm oyunculuğuyla yüzünü elleriyle kapayıp açışlarındaki mutlu oluşunda hissetmek insan olmanın güzel aralıklarından bakış değil mi? Bir ezgiye takılıp izliyorum içimi. Şimdi caddeleri, yeşile akan sıralanmış kırmızı ışıklar bezemiş olmalı. İnsan seli bir bayram tatilinin ardından İzmir’e karışırken, yarın alışılmış bir oyun başlayacak. Keşke çocuk olsaydım, oynayıp oynamak istemediğime dair içten bir cevabım olurdu. Zaten büyükler masallarla, romanları hiç karıştırmadılar.

06/11/2005

Bir Doğum Gününün Daha Ardından

Bugün de doğum günüm. Yanaklarımın özlediği masal bana geceyi anlatıyor. Mum ışığına bakakalmış, derin bir nefes alışta içim aralanıyor, belki girersin diye. Şehir yine pencereme dayanmış. Neden hep adındasın? Hala deniz, hala koku, hala bir burukluk. Bir tende saklı kırılmışlıklar. Şakaklarıma işlenen yıllar geçerken beni sormadan, İzmir yine seni takınmış sahillerinde. Yüreğim ışıklara sığmazken, göğüs kafesimin rüzgara biraz daha yakınlaşışında ben senin korkularını hiç anlamadım, anlayamadım. Hiç geceni aralamadım. Sarhoş ediyorum aklıma gelenleri. Bir şeyler katmak istemez miydin yalnızlığıma? Bir oda, bir kapı yokluğunu alıp çıkıyor sokağıma. Sadece saçlarım değil hatırlanmak isteyen. Sadece bir adım daha yaklaşış, tebessüm ettiren. Bir sessizliğe çekilişte, sana da yer var ama sensizliğe asla. Suskunluğum için en inandırıcı mazeretim olsan. Beni konuşturmasan, İzmir’i sadece yüreğimde ağırlasam. Bir tahta masayı bile anlamlı kılsan. Her doğum günü, yüzü olmayan bir aşk bana gülümsüyor. Artık aldırmıyorsam kelimelere, seni örüyorsam gecelere, yılları yazılarıma çağırışımda, hayat hala beni dolduruyor. Zuhal Olcay “Sus Duymasın” diyor-her doğum günü, hüzünle örtülü dolaştım dağ tepe

11 Kasım 2005
Bir Doğum Gününün Daha Ardından

Bir Tutam Şehir Manzarası

İskele de zihnin gibi kalabalık. Binlerce göz üşüşmekte sahili geride bırakışa. Sen yolcuların hikayelerini merak etme oyunuyla oyalanırken, çay tepsisini takip eden bir ses, sigara dumanının dolaştığı güvertede beliriyor. Bir yudum sıcaklığa denizin anlattıkları karışıyor. Karşıyaka vapurunu belki de bir daha görmeyecek olan yük gemileri de alıp başlarını gitmek üzereler. Birbirlerini gelip geçen gizemler. Bir taksi dolmuşa doluşuveren beş sessizliğin paylaştığı bir akşam üstü. Durulan ışıklarda kırmızının çarpıcılığı, devam eden bakışlara gömülü seyredişler. Ansızın iniverişleri aşan seyirlerdeki diyalogları olamayan karşılaşma hikayeleri. Bir şehir , capcanlı ve sarmaş dolaş. Işıl ışıl dükkan vitrinlerinde pervane olmuş insanlarıyla son derece güzel. Geçilen arabalar da hayat ile kıyasıya nefes nefese. Camların gizlediği geçişler de asla hatırlanmayacak karelere düşüyorlar. Bir kabul edişten diğerine akışta, şehir karmakarışık. Bu pencere okyanusuna bezenen oda ışıkları da artık karanlığa merhaba diyen akşamda yerlerini almaktalar. Bir sahne zihnine doluyor, bir masa ve birkaç sandalye. Alışıla gelmiş repliklere çıkan buluşmalardan ruhunu kaçırışlarına dolan sessizlikte gece sanki duymak istediğini ruhuna çarpıyor. Artık sen de onun parçası olmayı öğreniyorsun. Bu şehri sevmek bir duygulanış. İnsanların acı ve sevinçleri, sahilde balık tutma hevesleri denize sokulmuşken, uzaklar da bir duygunun uzanabildiği ışıklar. Bu şehir de diğerleri gibi yaşamasını biliyor. Bir köşesinde gözyaşı, bir köşesinde kahkaha. Parçalar sağanak halinde resme düşüyorlar. Işığı yakalayan göz toplayabildiğinde ıslanıyor. Hala rüzgarında üşüyebiliyorum ya Karşıyaka’nın, bu vapur beni alıp götürüyor hayallere sevgiyle.

Bir Tutam Şehir Manzarası

12/11(2005

Müziklerle Doldurduğum Bir Gece

Her halde birlikte yaşamak, eli ışığı açmak için uzandığında bir köşede şükran dolu gözlerle ona değer verip, onun bu basit eylemine tanıklık eden bir tebessümde kendini şanslı hissetmek olsa gerek. Bir mutfağın çatal seslerini paylaşarak yaşlanabilmede, yaşlıların bitip tükenmeyen anlatma sevdalarına konu olan hikayeleri biriktirebilmek olsa gerek. Haydi diyen bir ses sevilmek. Yalnızlığının anahtarlarının bir sevgilide olduğunu bilmek, bir bekleyişte kapında bir tıkırtı olduğunda gözlerine bir hayatın konuk oluşunu duyumsayabilmek. Sevgiyle uzanabilmek, bir sarılışa geceyi katabilmek; onun doldurduğu terlikleri hayat gibi ele alıp, aynı törenden sıkılmamak; bir mum ışığına sığınmak, duvardaki gölge oyununun seyrinde, bir dudağın konuşmak istemeyişinde, yıllardır anlatamadıklarını duymak; odalarının artık daha anlamlı olduğunu hissetmek, özel kelimesini hiçbir sözlüğün açıklayamayacağı zenginlikte, olabildiğince yalın kavramak, bir sevme masalı olsa gerek büyümek istemeyen çocukların dileklerinde. Bu yaşam tutkusu biraz küskünse gecelere, elbette haklıdır hala sessizse yatağı. Bir müzik örtüyorsa üstünü hep geceleri, düşlerinden bir öpücük uyandırmıyorsa onu sabahları artık yeterince isyankar bu anlaşılmamaya. Balkona çıkıp da şehre bakan bir adamın kelimelerinde sıkış tepiş serzenişlerin eksik olmayışı mazur görülebilir mi, oldukça yalnız hissediyorsa. Sınırlarının farkında ise yüreğinde, özgürlüğü onu bakışlarınca nereye taşıyor? Artık duvarlarını iyi tanıyor. Nice sıralanış, nice yol vermeyiş, nice umutlanış. Bir sürü eşya, kalemlerim, kitaplarım, müzik CD’lerim ile iç içe bir başka gecede yine buluşmuş isek satırlarda, derin bir nefes alışla göğsümü hissediyorum. İçime çektiğim boşluğu derinliğime bırakıyorum. Bir ince çizgide, ruh ve bedenin ezgilerinde bu hikaye benim, kimse çıkıp gelmese de. Şanslıyız yine de, tek başına olsa bile hikayemiz var anlatılacak. Uyanılacak sabahlarda belki kapım çalar da, gün ışığı sızar saçlarıma.

Müziklerle Doldurduğum Bir Gece

12/11/2005

Zaman Seçiyor Yalnızları


Biliyor musun, sırf söyleyemediğim için yıllar beni sensizliğe cezalandıracaklar. Saçların yastığında geceyi aşarken, ben kalp hapsimde olacağm. Müebbet düşüncelerde af edilmeyeceğim, dönüşü olmayan anlarca. Sadece, öylesine güzel gülümsediğin için yolculuk. Bir elimi tutuşun özlenen, uzakları kıskandıran. Yüzünü bana döndüğünde, dünyayı senden dinlesem. Senin için kelimelerimden en güzellerini seçebilsem. Bir sahilce kovalansan gecelerde. Beni dalgaların sesiyle paylaşsan. İçinde sen oldukça, bir nefese yaslayabilirim hayatı. Zaman geçiyor anlatılamayandan. Zaman seçiyor yalnızları. Asla geri vermiyor kaybolanı.

01/04/2006, İzmir

Masal Bu Ya

Bir tenle kaplamışlar yalnızlığı.
Adnda saklanmış herkes.
Yıldız saçmışlar geceye.
O hiç gülümsemesinden çıkmamış.
En güzel seni seviyorum deyişi,
Ona ayırmış da,
Ses verememiş sırra.
İçini almış, yürümüş.
Onu adımlarına bürümüş.
Bir koku çalmış düşlerinden.
İçinde bir varmış, bir yokmuş.

01/04/2006, İzmir

Bana Kalan Pazarlar

Bu yalnızlık da kapitalizm gibi, sadece senin kişisel çabanla içinden çıkılmıyor. Attığın her adımda hissediliyor. Martıları olan bir gökyüzü karamsarlık olmamalı. İçinde kabul ettiğin bu sıkıntının adı ne peki? Güneşli bir Pazar sabahında denizi aşıp gelen rüzgarın kabanına yüklenişinde, yüzün ve ellerin hafif hafif havanın dokunuşunu hissederken belki kaybedersin boşluğu içine doluverende. Odanın içinde zihninle baş başa kalmaktansa, akıp giden sana iyi gelecektir. Eskiden dünyanın bu kadar çok kapıları yoktu. Onca sokağa sığdıramadığım ne? İçinde kaybolduğun bir sevgide, şehri seni sarışında hissetmek ve bilinçsizce yola çıkmak ile yorgun düşüş bir tekrar sanki denize çıkan. Bunun adı yabancılaşma mı? Dönüştürdüğün gerçeklerde kaybolmuşsun ve imaj koleksiyonunla baş başasın. Görüntüler ve ardı, limitsiz bir iç karşılaşma. Sınıra dokunanda sınırsızın aşılmazlığındaki arayışın iç yüzü o kadar derin ki. Bazen neden yazıyorum diyorum. Neden paylaşıyorum. Yoksa bu kelime de haksız bir yafta mı? Boşluk ne kadar boşaltılabilir. İçinden çıkılmayanda iç ne kadar anlatılabilir. Anlatmak istemeyiş, anlatır olmak, hep aynı hikayeye yakalanmak. Bir Pazarı daha kelimelere teslim etmemeliyim.Gitar beni biraz olsun yüreklendirirken içinde yol aldığım bu nefesi hissetmeliyim. İç çekiş demişiz ama bence bu bir iç veriş. Dıştan gelen hayatı vermenin kaçınılmazlığı. Biz hayat alış verişini severiz zaten. Onun için değil mi çabamız? Arkadaşlarımla buluşayım, bana getirdikleri gerçeklere ihtiyacım olacak. Bazen alıp başımı gideyim desem de, merkezinden kaçamayacak bir daire gibiyim. Bu başı dönüş benimse, sonu yok gibi görünen sonsuzluk da hep bir kovalayış. Tekrar da sonlanan da başlayan yada başlayanda sonlanan. Kaybettiğinde bulduğun, bulduğunda kaybettiğin. Seçimlerinde rengarenk açan, koparıp da aldığında solmaya yüz tutan. Durmaya zaman yok. Ya sen akıyorsun dışa, yada dış dünya sana akıyor. Bu zihin bir yüreğe dayanmış hayatı karşılıyor. Gitarın tellerine dokunan parmaklar kimin bilmiyorsun ama içinden tutuşunda yol alırken ismi olmayanı anlıyorsun. Yüzü olmayan duygularla bezeli ezgiler, hayattan izler, tıpkı dönüşü olmayan kızlar gibi. Kulağına çalınanda anımsamalar da görüntüye karışıyor. Neon ışıklarının deniz yüzeyine rengarenk serilişleri gibi ayırt edilmesi zor bir girişim. Yakaladığın bu titreyişte hissettiğin kıpırtılar gibi yaşamın heyecanı. Aklına gelen, Pasaport iskelesine uzananda, gece sabahın eşiğinde, içinde. Tekrarlar arasında oyunlar, sesler, açılımlar. Belki de ormanı dinlemeli bugün. Yeşil de hayırsız diyecek bana, aylar oldu patikalarıma uğramadın. Kekik kokularının terk etmek istemediği yamaçlarda, burnuma yaşamın cesaret verişi geldiğinde, ekran çocuğu olmayı bir kenara bırakıp, görüntülerimden çıkarım gerçeğe, zihinle aksedenin örtüşüşüne. Bir kızı zihninde sevemezsin. Sevdiklerini bir şarkıya dönüştürdüğünde yalnızsın.

13/11/2005

Bana kalan Pazarlar, Etkileyici Bir Kadın Sesinde Bir Başka Tören

İzmir'in Hatırlamak İstediği Kadınlar

Birileriydi adı. Bir gece çıkıp gelmişti düşüncelere. Bakışlarından bile iz kalmayan, her zaman gelip geçenlerden olabilirdi. Kelimelerin bir araya gelişinde karışabilecek yüzlerdendi. Bir yağmurun yere çarpışlarıydı, bir hayata vuruştu. İrkilişe doluşturulmuş coşkunun nefes kesişiydi. Bir sesti sızıveren içe ta derinlere,ve yankısı şehir gibi öteye dayanan, yansıyanda sataşan, cezbedendi. Yine göz kapaklarının ardı. Yine bir bakıveriş uzaklara ve seriliveriş içten içe. Yine bile bile, yine de sevilene. Yine bir göz kırpış, hep beni alıp götüren anlara.
Şehrin en yüksek binalarından birinde, geceye asılı gemilerin ışıklara demir atmışlığında konuk olurken, arada gerçeğe dönmekteydim. Müzik de baştan çıkarıcıydı göğü, içinde dans eden kıpır kıpır insanlarla. Kimsenin şehrin bir köşesine saklanmışlara aldırdığı yoktu. Birileriydi adı, güzeldi de, oldukça güzeldi, hatta çok sıfatını da fazlasıyla hak ediyordu. Ne uzaktı, ne de yakın. Sıcak bir melodi gibiydi, ruhu sarıp sarmalayan, içinden çıkılmayan. Yanındaki kişi bir işadamı olmalıydı. Ondan, adamın saçlarındaki yıllar kadar uzaktı. Kalkıp giderken omuzlarını kırmızı ile buluşturduğunda, bedenini saran siyah, teninden sıyrılışında sen de nereden çıktın diyordu.. Düşler yap bozunun tek bir parçasından koparabildiğimde, bir takdir edişe bıraktım gidişini. Gözyaşlarını hiç paylaşamayacaktım. Bir sahili kucaklayışına tanıklık edişte mutlu olamayacaktım. Rüzgarın serinliğini yanaklarına bırakışını hissedemeyecektim. Bir bakışta dile getiremediklerimi hiç bilmeyecekti. Sadece bir gidişti. Adı olmayana yabancı demiyor muyuz?
Bin bir parçaya dağılır güzelden saçılan, bir ıslanış yaşam gibi okşarken. Dünya şehirlere, gecelere ve düşüncelere bölünür. Parmaklara sığınan ifadeler adında kaçana yakalanır. Gönül müziğe çalınır, karışır, insanda buluşur. Gözlerinin masalını kendine çıkan gecelere saklamıştır. Dudaklarında iyi geceler oluşunda uyuya kalan, acaba kendini şanslı görenlerden midir? Hepimiz bir gecenin göz kapaklarıyız. Belki çarpıcı bir gece mavisini izliyor şehrin yüreğindeki bir barın sakini. Gece gibi geçen, yeşili de büyüleyici kılıyor olabilir hani. Saçlara gömülü bir yüzün sessizliğinden dinlemek isterdi bu şehri. Hilton Windows On The Bay ile düş gözlerden kanatlanırken, izlenimlere doldurmaktaydım sıkış tepiş duygularımı. Bu şehir de güzel kadınlarda kendini şanslı sayıyordu. Bense her zamanki gibi bir gözlemciydim içe dokunanda. Birkaç duble rakı gibi geride kalmıştı Sokaki’den topladıklarım. Masa masa insanlar L harfinin peşindeydiler. Bir nefeste nereye gitti tüm insanlar? Derince içime çektiğim, sen misin İzmir? Birbirimizi geçiyoruz. Aşıyoruz gecelerin davetkarlığını. Birileriyle dolu sokaklarda, bir başka Pazar gününün eşiğinde bugün de denizde hayal tutuyor olmalı gözler. Hilton yıldızlara uzanmışken, benden geçen yıllar hep hikayeler mi biriktirecek? Jean Jacques Goldman’ın sesinde zihnimden çıkarttıklarımın arasında hep bir yalnızlık mı bulacağım? Ayaklarım üşümeye başlamışken, klavyenin parmak dokunuşlarımda çıkarttığı seslerleyim. Bu farkında oluşta ağırladığım güzel diyebildiklerim, birer duygu denizi. Bu içsel ve görsel uzanışın yaşıyorsun diyen ürpertisi, sen de değerlisin dercesine güçlü. Bu sarsılışta, sendeleyiş sarhoşça bir dansa dönüşürken, sen de birilerine katılıyorsun herhangi bir yaya geçidinde. Akıp çıkıveriyorsun metrolardan. Hep gözlerine çekiliyorsun. İnsanlar teker teker biniyor hayallerine. Son istasyona daha var da, düşüncelerde durmaktayız. Zamanı yaran bu uğultuda hala müziklerle buluşturuyorsan kulaklarını, gözlerini kapayışını kaplayan geçmişin anı sevişi. Sokakları üşüyen kedilere bıraktım, birlikte varoluşun ilerleyişinde. Birileri kapıyı çalıyor. Birileri merdivenleri tırmanıyor. Birilerinin elleri küçücük. Birileri gözlerindeki ışıltıyla karşılıyor tutkuyu. Birilerindeyiz bu gece de. Çoğalarak yalnızlaşıyor,yalnızlaşarak bireyselleşiyoruz. Bu öte benimki, ya öteki? Sana tırmanan basamaklarda kim geldi? Bir zil sesiyle de başlayan öyküler vardır elbet. Yeter ki sevilen gece olsun, İzmir’in kalbi geniş. Soğuğu masa lambamla paylaşıyorum. Elimden tutan bir haydi deyiş olmasa da gecemde, bana ait bir sensizliğim var ya, ben yağmur tanelerinin meyvesi olan hayatı seviyorum. Sadece seninle olmak istiyorum diyen şarkıları besleyen saçlar gibi dağınık içine çıkılan anlar. Tüketilemeyen seni seviyorum deyişler üzerine doğaçlamalar. Ardında bıraktığın şehirde kayboldu birkaç dakikana komşuluk eden güzel bir kadın. Sana her zamanki gibi sadece cümlelere döktüğün duygularla suladığın çiçekler kaldı veremediğin. Bu buket rengini geceni terk eden kadınlardan alıyor. Ne yazık ki, kırmızı kadar şanslı değilsin dostum. Bir haykırışın Cumartesisi, çevresinde aklını kaçırmışçasına dönüp de, bir kez olsun aptal durumuna düşmek özgürlüğünü tatmak isteyen kontrollü olma hissi gibi. Örümcek gibi ördüğün yazılarda ihmal edilmişlik odanın köşelerinde. Araladığın satırlar bir tekrara yapışıyor. Gerçekten de, güzel bir kadındı. Bir geceye yanaşan otomobilden inişi de, bir yüreğe yalnız olduğunu hissettirircesine muhteşem olmalı.


26/11/2005

İzmir’in Hatırlamak İstediği Kadınlar

İzmir'in Hatırlamak İstediği Kadınlar

Birileriydi adı. Bir gece çıkıp gelmişti düşüncelere. Bakışlarından bile iz kalmayan, her zaman gelip geçenlerden olabilirdi. Kelimelerin bir araya gelişinde karışabilecek yüzlerdendi. Bir yağmurun yere çarpışlarıydı, bir hayata vuruştu. İrkilişe doluşturulmuş coşkunun nefes kesişiydi. Bir sesti sızıveren içe ta derinlere,ve yankısı şehir gibi öteye dayanan, yansıyanda sataşan, cezbedendi. Yine göz kapaklarının ardı. Yine bir bakıveriş uzaklara ve seriliveriş içten içe. Yine bile bile, yine de sevilene. Yine bir göz kırpış, hep beni alıp götüren anlara.
Şehrin en yüksek binalarından birinde, geceye asılı gemilerin ışıklara demir atmışlığında konuk olurken, arada gerçeğe dönmekteydim. Müzik de baştan çıkarıcıydı göğü, içinde dans eden kıpır kıpır insanlarla. Kimsenin şehrin bir köşesine saklanmışlara aldırdığı yoktu. Birileriydi adı, güzeldi de, oldukça güzeldi, hatta çok sıfatını da fazlasıyla hak ediyordu. Ne uzaktı, ne de yakın. Sıcak bir melodi gibiydi, ruhu sarıp sarmalayan, içinden çıkılmayan. Yanındaki kişi bir işadamı olmalıydı. Ondan, adamın saçlarındaki yıllar kadar uzaktı. Kalkıp giderken omuzlarını kırmızı ile buluşturduğunda, bedenini saran siyah, teninden sıyrılışında sen de nereden çıktın diyordu.. Düşler yap bozunun tek bir parçasından koparabildiğimde, bir takdir edişe bıraktım gidişini. Gözyaşlarını hiç paylaşamayacaktım. Bir sahili kucaklayışına tanıklık edişte mutlu olamayacaktım. Rüzgarın serinliğini yanaklarına bırakışını hissedemeyecektim. Bir bakışta dile getiremediklerimi hiç bilmeyecekti. Sadece bir gidişti. Adı olmayana yabancı demiyor muyuz?
Bin bir parçaya dağılır güzelden saçılan, bir ıslanış yaşam gibi okşarken. Dünya şehirlere, gecelere ve düşüncelere bölünür. Parmaklara sığınan ifadeler adında kaçana yakalanır. Gönül müziğe çalınır, karışır, insanda buluşur. Gözlerinin masalını kendine çıkan gecelere saklamıştır. Dudaklarında iyi geceler oluşunda uyuya kalan, acaba kendini şanslı görenlerden midir? Hepimiz bir gecenin göz kapaklarıyız. Belki çarpıcı bir gece mavisini izliyor şehrin yüreğindeki bir barın sakini. Gece gibi geçen, yeşili de büyüleyici kılıyor olabilir hani. Saçlara gömülü bir yüzün sessizliğinden dinlemek isterdi bu şehri. Hilton Windows On The Bay ile düş gözlerden kanatlanırken, izlenimlere doldurmaktaydım sıkış tepiş duygularımı. Bu şehir de güzel kadınlarda kendini şanslı sayıyordu. Bense her zamanki gibi bir gözlemciydim içe dokunanda. Birkaç duble rakı gibi geride kalmıştı Sokaki’den topladıklarım. Masa masa insanlar L harfinin peşindeydiler. Bir nefeste nereye gitti tüm insanlar? Derince içime çektiğim, sen misin İzmir? Birbirimizi geçiyoruz. Aşıyoruz gecelerin davetkarlığını. Birileriyle dolu sokaklarda, bir başka Pazar gününün eşiğinde bugün de denizde hayal tutuyor olmalı gözler. Hilton yıldızlara uzanmışken, benden geçen yıllar hep hikayeler mi biriktirecek? Jean Jacques Goldman’ın sesinde zihnimden çıkarttıklarımın arasında hep bir yalnızlık mı bulacağım? Ayaklarım üşümeye başlamışken, klavyenin parmak dokunuşlarımda çıkarttığı seslerleyim. Bu farkında oluşta ağırladığım güzel diyebildiklerim, birer duygu denizi. Bu içsel ve görsel uzanışın yaşıyorsun diyen ürpertisi, sen de değerlisin dercesine güçlü. Bu sarsılışta, sendeleyiş sarhoşça bir dansa dönüşürken, sen de birilerine katılıyorsun herhangi bir yaya geçidinde. Akıp çıkıveriyorsun metrolardan. Hep gözlerine çekiliyorsun. İnsanlar teker teker biniyor hayallerine. Son istasyona daha var da, düşüncelerde durmaktayız. Zamanı yaran bu uğultuda hala müziklerle buluşturuyorsan kulaklarını, gözlerini kapayışını kaplayan geçmişin anı sevişi. Sokakları üşüyen kedilere bıraktım, birlikte varoluşun ilerleyişinde. Birileri kapıyı çalıyor. Birileri merdivenleri tırmanıyor. Birilerinin elleri küçücük. Birileri gözlerindeki ışıltıyla karşılıyor tutkuyu. Birilerindeyiz bu gece de. Çoğalarak yalnızlaşıyor,yalnızlaşarak bireyselleşiyoruz. Bu öte benimki, ya öteki? Sana tırmanan basamaklarda kim geldi? Bir zil sesiyle de başlayan öyküler vardır elbet. Yeter ki sevilen gece olsun, İzmir’in kalbi geniş. Soğuğu masa lambamla paylaşıyorum. Elimden tutan bir haydi deyiş olmasa da gecemde, bana ait bir sensizliğim var ya, ben yağmur tanelerinin meyvesi olan hayatı seviyorum. Sadece seninle olmak istiyorum diyen şarkıları besleyen saçlar gibi dağınık içine çıkılan anlar. Tüketilemeyen seni seviyorum deyişler üzerine doğaçlamalar. Ardında bıraktığın şehirde kayboldu birkaç dakikana komşuluk eden güzel bir kadın. Sana her zamanki gibi sadece cümlelere döktüğün duygularla suladığın çiçekler kaldı veremediğin. Bu buket rengini geceni terk eden kadınlardan alıyor. Ne yazık ki, kırmızı kadar şanslı değilsin dostum. Bir haykırışın Cumartesisi, çevresinde aklını kaçırmışçasına dönüp de, bir kez olsun aptal durumuna düşmek özgürlüğünü tatmak isteyen kontrollü olma hissi gibi. Örümcek gibi ördüğün yazılarda ihmal edilmişlik odanın köşelerinde. Araladığın satırlar bir tekrara yapışıyor. Gerçekten de, güzel bir kadındı. Bir geceye yanaşan otomobilden inişi de, bir yüreğe yalnız olduğunu hissettirircesine muhteşem olmalı.


26/11/2005

İzmir’in Hatırlamak İstediği Kadınlar

İşlenebilecek En Güzel Günaha


“İşlenebilecek En Güzel Günaha” seslenişi ilk kez 1996 yılında zihnimde belirmişti. O güne kadar çizmekte olduğum birçok desen vardı, ancak yazmış olduğum yazılar sayıca fazla değildi. Zaman içinde akşamlarıma taşınan duygular yazılara dönüştü. Bu birikimi yıllar boyu sadece çok yakınımdaki kişiler ile paylaştım.

Dostum Fulya’nın cesaretlendirmeleri sonucu, bu sitede, bugüne kadar bende süzülüp kelimelerle buluşan hislerimi derledim. Yarınlarımın geçmişle buluşmasında, sizler katılmak istediğiniz her anda benden öteye bakıyor olacaksınız. Bu buluşmanın izlenimlerinde neyi dönüştürmekte olduğumuzu bilemesek de, içsel bir dokunuşun örgüsünde, beni heyecanla sarsan hayatın kesitlerinde sizlerleyim. Beklenmenin heyecanında davetlisiniz.

Başlık bir içe doğuş, değer verdiğim onca tesadüften değil. İşlemek fiilinde güzel Türkçemizin zenginliği var. Sevgiyle işleniyoruz. Korkularımızda besliyoruz öğrenilmiş günahın masum dokusunu. Başka bakışlar var, katılan, katılaştıran. Bize miras bu kaygı. Yaklaşmanın zorluğunda, uzağı en iyi yakından öğreniyoruz. Dile getirilemeyende, zaman alıp götürüveriyor anların bile tutmakta zorlandığı değerli olanı. Arta kalan satırlardaysa bir arayış, “en güzele” bir sesleniş var.

Bizler ne mutlu ki hayatın en “günahkar” çocuklarıyız. Eriştiğimiz ufukta, gün batımında işleniyoruz. İçimize işliyor soğuk, sevgiliyi beklerken. Kendimize geliyoruz, kendimizden geçiyoruz. Ne kadar da güzel gülüyor.

Kırk satır daha mı?

İşlenebilecek en güzel günaha!

Öyle anlar vardır ki yüzünüzü ele geçiren duygularda, kaçıramazsınız gizlemeye çaba sarf ettiğiniz içinizdeki sessiz fırtınayı. Bu kız insana uçsuz bucaksız sahilleri sevdirir dediğinizde, cep telefonu çalıverir ya, mağlup olur hayalleriniz. Bir şanslının olduğu yerde, düşünceli bir şansız da vardır. Kelimeler sevilenin dilinde sanki daha bir güzel. Değerli olduklarından az sarf ediliyor olmalılar. Yürek yangınından neler kaçırıyorsun? Kelimelerini mi?

Haydi buluşalım yazılanda, Bir İhtimal Sokağı’nda.
01/04/2006, İzmir