İşlenebilecek En Güzel Günaha

Duygularında kaybolmuş bir adamın ebedi adresi kadınlardır. Kelimelerimin buluşma noktası güzel kadınlara. Ölüm sözü ayırana dek. Sanırım gerçeğini şaşırmış ender insanlardan birisiyim. Kolay değil narin bir ihtimali sevmek. Gözler yaşamak demek.

Fotoğrafım
Ad:
Konum: İzmir, Türkiye

I like dabbling in English. Words welcome people in me.

Perşembe, Mart 30, 2006

Düşündüm De...

Bugün düşündüm. Ne zamandır sinemaya gitmediğimi. Karanlığın ilgisini çekmeyi başaran oyuncu ışığın içinde yer almadığımı düşündüm. Geç kalmış olanlara hoş geldiniz diyen fenerin ışığına teşekkür edercesine eğilişleri düşündüm. Düşündüm, bir tatlı heyecanın bana eşlik etmediğini, omzuma sokulmadığını. Arada çıkıp da geçmişin o kasvetli, ahşap dokulu tezgahının arkasından içecek bir şeyler almadığımı da. Birlikte yaşlandığımız kola şişesini açıp da, içine kamış yerleştiren kanıksadığımız kıyafeti içindeki görevlinin telaşına uzun zamandır tanık olmadığımı da. Seni de. Bir derin nefes alış.
Sıralanmış enseleri düşündüm. Sessizliği. Biraz sahne bana komik geldi. İçinden çıkınca hiç de o kadar romantik değil. Gerçi yeni salonlar da bizi eskiden kurtarıyor. Biraz yabancı hissetsek de, ışıl ışıl modernliğe dönüştürülmüş de, yeni neslin geleceğinin hatıra zemini. Dekor değişse de, her halde değişmeyen bir el tutuş töreninde sevgi ile kutsanmak. Artık günahkarım.
Ne zamandır dağların eteklerinde kutlanan, yeşili olabildiğince en güzel anlatan maki dokusunu ziyaret etmediğimi de düşündüm. Çıkıverdiğim patikalara eğilmiş çam ağaçlarını özlediğimi fark ettim. Sanki biraz dışında kaldım hayatın. Vadinin arasından İzmir’e bakmayalı da epey oldu. Işığı izlemeyeli, yere dökülmüş kırmızının sarıya sevdalı çürümesini bile sevdiren o kokuyu içime çekmeyeli ne kadar da uzun zaman oldu. Şimdi yağmur okşuyor olmalı Balçova sırtlarını. Penceremi içim yapıp da, dışarı bakar oldum. Hep zihnimleyim. Orman onu düşünmekten güzel iken, şehirlinin kendince nedenleri var. Manavın tezgahındaki renklere dönüşen meyve ve sebzeler, beni ilkokuldayken kuru kalemlerimle çizmekten büyük zevk aldığım resimlerle oyalanmanın huzuruna götürüyor. Bu sokağın nereye çıkacağını biliyorum da, şimdi benim diye bilinen bir yer varken , nedense hala bir ruh eksik sanki , mekan evim demeyi hak edemiyor. Odaları da bağımsız hep dilediği gibi, doluşuvermiş mobilyaların da suçu yok ama sanki bana ait değiller. İçimle kucaklaşmayanda barınıyorum da, yuvam diye sarılamıyorum. Nankörlük de etmemeliyim diye kendimi avutmak istesem de, her akşam anahtarımla açtığım bu dört duvarlı geçmişe sinmiş bir duygu var. Üç oda bir özel yalnızlık para etmiyor.
Gazetelerim, televizyonlarım ülkeme has karmaşa ile dolu. Ruhum da ondan geri kalmaz iken ben neredeyim diye soruyorum kendime. Cumhuriyet sayfalarında, Orhan Pamuk’a atılan yumurtalar uçuşurken, sosyal politiğin içinden çıkıp, klasik müziğin sevilen ezgilerine takılmış, bireye, kendime dönüyorum. Bu yorgunluk beni yıldırmamalı. Bir açan, bir saklanan güneş, kararsız bir kız gibi. Gökyüzüne bir gökkuşağı bırakmış olmalı. Bu gözyaşı sonrası renklilikte bile hayat hep göz kırpıcı. Bu çağırış dağlara, denize inen sokaklara. Merdivenlerim kapımda başlıyor. Bir elin şehrin başını döndürüşüne özlem var. Herkes bu çalkantının bir yerinden tutuyor. Tükenmeyen, güzel çekiştirmelerde salınan düş, bu görselliği canlandırabilenin. Piyanonun sesinde insan gözlerini kapamaktan başka bir şey yapamıyor. Bu akış, bu huzur , bu iç ırmak berraklaşıyor. Hem dışımdan, hem içimden arınıyorum. Piyanistin parmaklarında sevişenin sözleri yok. Bir isme de saklanmamış. Kendi olup gelmiş. Hikayeyi aptallığımı , bana bırakıyor. Yine de arada uğruyor. Bunun tarifi terk etmek olmamalı.
Bir yağmur tanesi, bir demire çarpıyor olmalı. Sesi odama ulaşıyor. Bu damlanın solosu arkasındaki senfoniden sıyrılmış benimle buluşuyor. Bu farkında oluşa, yere tutunmuş sarı bir kır çiçeğinin yağmur banyosu sonrası parlaklığı heyecan verici bir şekilde düşüyor. İçim onu bulmak için çık diyor. Ben çiçeklerin uğrak yerlerini hep bildim. Onları kaya altlarında İzmir’i dinlerken sevdim. Mor laleler zeytin ağaçlarının altında beni hiç bekletmediler. Suyun akışından çalınmamış bu yeşil örgü, biz insanların acımasızlığına karşı hala canlıyken,onca ihanete rağmen hala davetkarken duraksamalarımla bir başka Pazar günü daha baş başayım. Bu tembellik yada acizlik değil. Tıpkı beni saran odalarda olduğu gibi eksik olan bir şeyler var.
Kardeşim dünkü telefon konuşmamızda, prensini bulana kadar prenses birçok kurbağayı öpmüştü dedi. Keşke sorun dudaklarda olsaydı. Ruh içe sığmaz bir derin. Bazen bir kızı korkutacak kadar. Göz ulaşabildiği sonda ne varsa topluyor. Bir dokunuş tenden süzülüp , içe sızıyor. Bu kıymet vücut çeperinde özümsenip, derine damla oluyor. Yankı, bakış, aksediş ve serzeniş. Sen tarihten gelen, sen geleceğe aday. Sen anla, anlaşılamayan. Sen bir heyecan, bir kekeleme, bir hıçkıra hıçkıralık doldurup getirdiğin. Sen bir başkasın benden çalınamayan Pazar.

18/12/2005

Düşündüm De...

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home